قلوب – kulûb

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

قلوب (kulûb)

Bakara 2;7

   خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ

ALLAH, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır. (DİB meali)

Kur’an’ımızdaki bu ayet ختم (hateme) kök kelimesinden türeyen geçmiş zaman خَتَمَ (hateme) fiili başlamaktadır ve doğru anlamı: işaretlemek, belirlemek, hitap etmek (dikkatine sunmak), değerlendirmek, onaylamak, tanımlamak, saptamak, değerlendirme yapmak, bir şeyin statüsünü veya konumunu belirlemek, resmi ciro, belirgin işaretleme, mükemmelliği kanıtlamak için işaretleyici, ayırt edici işaret, bir şeyin statüsünü belirlemek…

Arapça “ختم الشہادۃ” (hatemul şehade) ifadesinde görüldüğü gibi tanıklığın onaylanması anlamına gelir.

  • خَتَمَ اللّهُ (hatem ALLAHu) cümlesinde ALLAH özne ve خَتَمَ (hateme) fiildir.
  • خَتَمَ اللّهُ  (hatem ALLAHu) cümlesinin anlamı: ALLAH işaretledi / ALLAH not etti / ALLAH hitap etti veya ALLAH değerlendirdi.
  • حرف جر (harfi cer) edatlar Arapça fiiller ve fiilimsi isimlerin doğru anlamlandırılmalarını sağlar.
  • خَتَمَ اللّهُ عَلَى (hatem ALLAHu ala) doğru anlamı: “ALLAH işaretledi”

Manası farklı fakat seslendirme ve yazımı aynı olan خَتَمَ (hateme) kelimesinin bitirmek, sonlandırmak, sona erdirmek olan Farsça anlamı ilk zaman kuran çalışmalarında yazılan eserlerde arapça خَتَمَ kelimesinin manasının yerini almıştır.

Kur an ımızın diğer ayetlerinde de geçen خَتَمَ kelimesi maniheist ve zerdüşt inancı ile yapılan tercüme ve çalışmalarda Farsça anlamını muhafaza etmiştir ve derlenen arapça sözlüklerde de farsça anlamı yer almıştır.[1]

  • قُلُوبِهمْ (kulubihim) kelimesi, çoğul olan قُلُوبِ (kulub) ve üçüncü çoğul şahıs iyelik zamiri همْ (him) kelimelerinin bileşiminden oluşur.

قُلُوبِ (kulub) kelimesinin anlamı; tersini çevirmek, döndürmek, altüst etmek, (sıfat) insani duyguyu, düşünmeyi, eğilimi, tepkiyi (isim) kalp, zihni, içtekini, bir şeyin merkezi anlamlarına gelen قلب (kalebe) kök kelimesinden türemiştir.

https://dsal.uchicago.edu/cgi-bin/app/hayyim_query.py?qs=%D8%AE%D8%AA%D9%85&matchtype=default
https://translate.google.com/?sl=fa&tl=en&text=%D8%AE%D8%AA%D9%85&op=translate
https://www.dict.com/arapca-turkce/%D9%82%D9%84%D8%A8

Aynı kalb kelimesini kendi lisanımızda da kullanmaktayız.

https://www.etimolojiturkce.com/kelime/kalp2
https://en.wiktionary.org/wiki/%D9%82%D9%84%D8%A8

‏قَلَّبَ صَفَحَاتِ الْكِتَابِ  (kallebe safahatil kitab)  kitabın sayfalarını çevirmek anlamındadır.

Kendi ana dilimizde ve arapça da aynı diğer dünya dillerinde aynı söylendiği gibi “taş kalpli”, “kalbimi verdim”, “kalbimi kırdın” vb cümlelerde bahsedilen kalp kelimesinin vücudumuz içerisindeki kan pompalayan organ olmadığını ve kastedilmediğini, duygularımızın ifadesi ve dışa vurumu, samimi eğilimlerimiz ve düşüncelerimiz olduğunu  herkes bilir.

Kulub  “قُلُوب ” kelimesini vücudumuzun bir organı olarak fiziksel kalp  anlamında alırsak,     “خَتَمَ اللّهُ عَلَى” (hatemALLAhu ala) kelimelerinin ifadesi ile organları vücudumuzdan çıkarmadan işaretleme eylemini gerçekleştirilemez. Âlimlerimizin dediği gibi “خَتَمَ” (hateme)’ yi  damga veya mühür anlamında kabul etsek,  organlarımıza veya fiziksel kalplerimize vücudumuzdan çıkarılmadan o organa nasıl damga vurulacak sorusu gündeme gelecektir. Hateme “خَتَمَ” kelimesini vucudumuzdaki organımız için bir şeyin sonu, bitişi veya sona ermesi anlamına gelecek şekilde çevrirsek, canlı olan kalbin çalışmasının durması ve hayatın son bulması gerekecektir!…

Onlar “kalp” organında “خَتَمَ” (hateme) kelimesini son, bitiş veya bitiş anlamına gelecek şekilde çeviremediler. Bu nedenle, fiziksel kalpleri sonlandırmak veya bitirmek yerine bir süreklilik damgası veya sürekli çalışan bir mühür koymaya karar verdiler, aksi takdirde kalp atışları duracak ve kanı pompalama işlevi “خَتَمَ” (hateme) kelimesi (sona erdirmek veya bitirmek veya sonlandırmak anlamı) ile sona ermesi gerekecekti…

Bununla birlikte, “قُلُوب ” (kulub) kelimesini organ veya fiziksel kalp anlamına gelmezse, kalplerde oluşan düşünceleri, tepkileri, eğilimleri, davranışları, duyguları ve istekleri ayırt edebilir ve işaretleyebilirsiniz.

Antik çağlardan beri kalp, her zaman içinde bilgeliğin, düşüncelerin, hislerin ve duyguların üretildiği bir akıl, ruh, içsel dünya veya yaşam özü evi olarak kabul edilmiştir.

Eski Mısırlılar, Kalbin “düşünce ve ruh evi” olduğuna inanıyorlardı. Aynı Mısır kavramı üzerine, kalbin duyum, düşünce ve vücut hareketini kontrol ettiğini öne süren “Kardiyosentrik” hipotez geliştirilmiştir. “Kardiyosentrizm” ilk olarak kalbin düşünce ve ruh evi olduğu eski Mısır inancından türetilmiştir.

Eski Yunan’da Aristoteles, kalbin düşünce ve ruhun evi olduğuna dair eski Mısır inancından türetilen Kardiyosentrizm’ den ilham almıştır. Aristoteles hayvanları incelemiş ve bazı ilkel hayvanların beyinleri olmadan hareket edebildiğini ve hissedebildiğini buldu ve beynin hissetmekten sorumlu olmadığını tespit etmişti.

Mısırlılar, bir şekilde, insan bilgeliğinin kaynağının beyinden çok, kalp olduğuna inanmaya başladılar. Tüm fizyoloji ve hastalık kavramları, kavram olarak kalbe bağlıydı ve Tanrı’nın konuştuğu, eski Mısırlılara Tanrı’nın bilgeliğini ve Tanrı’nın iradesini veren kalp aracılığıyladır. Bu nedenle mumyalama sırasında vücuttan atılmayan yegâne organlardan biri kalptir ve mumya da kalp olduğu gibi kalır.

MÖ dördüncü yüzyılda, Karystus’lu Diocles, kalbin, duyum ve düşüncenin fizyolojik merkezi olduğunu tekrar ileri sürdü. Diocles, kalbin dinleme ve anlama için beyne baskın olduğuna inanıyordu. Karystus’lu Diocles, kalbin iki kalp kulağına sahip olduğunu da buldu ve dinleme ve anlamada kalbin beyne baskın olduğuna inanıyordu.

Çinliler, fiziksel kalbin insan bilişinin merkezi olduğuna inanıyorlardı, bu yüzden ‘kalbi’ “akıl” ve bazen de “kalp-zihin” olarak tercüme ediyorlar.

Çin Tıbbında kalp, diğer tüm enerji sistemlerinin imparatorudur. Kalbin işlevi, vücuda kan pompalamanın batı anatomik kullanımına neredeyse benzer, ancak bunun yanı sıra zihinsel ve duygusal işleme ile yakından ilgilidir. Kalbin en önemli rolü, vücudun üç hazinesinden biri olduğu bilinen aklın veya ruhun bulunduğu yerdir. Düşünceleri, duyguları içerir ve duyusal bilgileri işleyebilir. Bu nedenle, duyu bozukluklarından zihinsel, fiziksel, kişilik bozukluğuna veya duygusal dengesizliğe kadar tüm hastalıkların tümü, kalbin içindeki zihin veya ruhun zayıf veya temelsiz olmasından kaynaklanır.

Erken modern tıbbın babası, İslam filozofu ve tıp alimi Ebu Ali Sina (İbn i Sina) da daha önceki kardiyosentrik hipotezi sürdürdü ve gönüllü hareket için aktivasyonun kalpte başladığını ve daha sonra beyne taşındığını belirtti.

Orta Çağ’ın tanınmış Alman fizyoloğu ve biyoloğu Albertus Magnus, sinirlerin beyinden ayrıldığını, ancak kökeninin kalp olduğunu öne sürdü. Felsefi olarak, tüm meselelerin kalpten kaynaklandığı sonucuna vardı.

Kanın kalp tarafından vücudun geri kalanına pompalandığı dolaşım sisteminin temel işleyişini tanımlayan erken modern bir İngiliz fizyolog olan William Harvey, bulgularında kalbin vücudun merkezi ve hayatın kaynağı olduğunu açıkladı.

https://tr.upwiki.one/wiki/xin_(philosophy)

Son zamanlarda yapılan araştırmalar, kalbin beynin serebral korteksini atlayarak bağımsız bir karar verebileceğini ve şaşırtıcı bir elektromanyetik alanla kalbin beynin ürettiğinden 5.000 kat daha güçlü ve beyindeki aktivitelerden 60 kat daha fazla elektrik alanı olduğunu göstermektedir.

Yani kalp, insan vücudundaki en güçlü elektromanyetik enerji üreticisidir ve beyin tarafından üretilen elektriksel aktiviteden yaklaşık 60 kat daha fazla genlikli en büyük ritmik elektromanyetik alanı üretir. Elektrokardiyogram (EKG) şeklinde ölçülen bu alan, vücuttan birkaç metre uzakta her yöne tespit edilebilir. Araştırma bulguları, kalbin ürettiği elektromanyetik sinyallerin çevremizdeki diğerlerini bir şekilde etkileyebileceğini, bir kişinin diğerinin beyin dalgalarını değiştirebileceğini ve iki denek arasında kalp ve zihin arasındaki senkronizasyonun (eş zamanlılık) mümkün olduğunu göstermektedir.

Bir zamanlar beynin kalpten daha güçlü olduğu düşünülürken, şimdi kalbin dehası ve beyin üzerinde sahip olduğu güç, dünyayı hayrete düşüren sıcak bir konu oldu ve bilim adamları kalp ve akıl (zihin) bağlantısını buldular.

Eski Sami dilleri profesörü ve Kudüs Üniversitesi Koleji’nde Sami Dilleri Bölüm başkanı Dr Eldon Clem, Sami dilinde “KALP” kelimesinin “ZİHİN” olarak çevrilmesi gerektiğini söyledi. Bu bilgi aslında birçok İncil metninin ve Kuran’ın doğru okunması için çok önemlidir.                      Dr Eldon Clem, istisnasız tüm Sami dillerinde Kalbin “Akıl” anlamına geldiğinin dilbilimsel bir gerçek olduğunu söylüyor. Dr Eldon Clem ayrıca bir metni okurken, bağlam kan pompalayan fiziksel organdan bahsediyorsa, ancak o zaman Kalbin “kalp” olarak tercüme edilmesi gerektiğini açıkladı. Başka herhangi bir bağlamda, “Kalp”, “akıl” anlamına gelir ve bu, İbranice ve Arapça da dahil olmak üzere tüm Sami dilleri için geçerlidir.

https://torahtruths.com/student-resources/lev/
https://studybible.info/strongs/H3821

İbranice İncilin bahsettiği kalp de akıldır.

Eski Ahit’ in ibranice kitaplarında insanın içi, ruh, zihin, irade, kararlılık (irade), düşünme, yansıma, hafıza, eğilim, vicdan, duygular, tutku ve cesaret anlamına gelir.

https://biblehub.com/bdb/3820.htm

Tevrat: Özdeyişlerin 12:25, 15:11 ve 23:15 ayetlerinde, Çıkış 9:14 ve 15:8 ayetlerinde,  Yaratılış 6:5, 8:5, 8:21 ayetlerinde, Tekvin 24:45, 35:26 ve 42:28 ayetlerinde,

Hakimler’in 19:3 ve 19:6 ayetlerinde, Yeşaya’nın 41:22, 44:18 ve 47:7 ayetlerinde,

Hezekiel’in 13:17. ayetinde, Zebur (Mezmur) ‘un 7:10 ve 125:4. ayetlerinde

Kalb; akıl, can, ruh ve irade anlamına gelmektedir.

https://bible.knowing-jesus.com/strongs/H3820

İbranice sözlüklerde kalp, akıl veya ruhun eğilimi anlamına gelir.

Akıl, düşüncenin, algının, duygunun, kararlığın, hafızanın ve hayal gücünün kalpte yer alan tezahürleridir. Zihin özellikle aklın düşünce süreçlerine atıfta bulunmak için kullanılır, ancak beynin ötesinde, bilgiyi depolayabileceği ve işleyebileceği çok daha yüksek bir zihin boyutu vardır. Dahası, noröloji bilimindeki ilerleme, kalpte onu beyne bağlayan nöronların olduğunu keşfetti. Öyle görünüyor ki, insan aklı hem beyinde hem de kalpte iki organ olarak birlikte var oluyor.

Şaşırtıcı bir şekilde Kur anımızdaki قُلُوبِ (kulub) kelimesinin oluşumu yukarıdaki keşfin ipucunu vermektedir.  Arapça fiil veya eylem yapılması neticesinde oluşan elde edilen netice veya ürün fiillerin son harfinden öncesine و (ve) harfi ilave edilerek yapılır:

  • خَرَجَ (harece) çıkmak                خُرُوجٌ (huruc) çıkış
  • دَخَلَ (dehale) girmek                 دُخُولٌ (duhul) giriş
  • قُلُوبِ (kulub) kelimesi de قلب (kalebe) fiiline eklenen و (vav) ile oluşturulmuştur.

Dolayısıyla “قلوب” (kulub), birlikte anıldığında hem kalbin hem de beynin ürünü veya toplamı gibi görünmektedir. Bu nedenle Kur’an hem kalbe hem de beyne hitap etmek için “قلوب ” (kulub) kelimesini tek kelimeyle “قلوب ” (kulub) ile “ZİHİN”i ifade etmek için kullanır, çünkü tek başına kalp zaten hemen hemen dünyanın tüm dillerinde akıl veya zihin anlamına gelir.

Bu nedenle Kur’an, hem kalbe hem de beyne hitap etmek için “قلوب ” (kulub) kelimesini tek kelimeyle “قلوب”  (kulub) ile “ZİHİN” anlamında kullanır.

عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ  (ala kulubihim ve ala semihim ve ala ebsarihim) ayetimizi okuduğumuzda قُلُوبِهمْ kelimesini  سَمْعِهِمْ kelimesi takip etmesi onların anlayışlarına veya dinleyişlerine atıfta bulunur. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz araştırmamız Kur’an’ımızdaki “قلوب ” (kulub) kelimesinin; ‘Kalp-Zihin’, ‘Zihin’, ‘Düşünceler’ veya ‘Düşünmek’ anlamlarında kullanıldığını kesinlikle kanıtlamaktadır.

خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ (hatemALLAhu ala kulubihim)

ALLAH onların zihinlerini işaretledi,

ALLAH onların akıllarını işaretledi,

ALLAH onların düşünmelerini işaretledi

Bu cümlenin yukarıdaki anlamda olması gerekir.

Ancak kalplerin mühürlendiğini iddia edenler bu vahameti örtmek için sonraki iki cümle olan “وَعَلَى سَمْعِهِمْ” (ve ala sem’ihim) ve “وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ” (ve ala eb’sarihim) cümlelerini, ayette görüldüğü gibi, ‘kulaklarının ve gözlerinin üzerine‘ anlamına gelecek şekilde yanlış tercüme ederler.

Oysa Arapçada kulak kelimesinin karşılığı “الأذن” (el azn) ve çoğulu olan kulaklar kelimesinin karşılığı “الآذان” (el aazan), göz kelimesinin karşılığı ise “العين” (el ayn) ve çoğulu olan gözler kelimesinin karşılığı “العيون” (el uyun) olarak adlandırılır.  Peki, Arapça metnini incelediğimiz Kur’an’ımızın 2:7 ayetine ait mealler veya diğer yazılı eserlerde geçen “أذن” ve “عين” kelimeleri veya bunların çoğulları nerededir?

Rabbimizin söylemediğini söyleyenler nasıl alim sayılabilirler;  

Rabbimizin söylediğini değiştirmek, tahrif etmek ve üstüne bunlara saygı duyulması karşısında lütfen söyler misiniz kötülük başka nasıl olur?

Aslında “سَمْعِهِمْ” (sem’ihim) ifadesi hüküm, idrak, anlayış, kavrayış ve itibar (شهرة) anlamlarına gelen “سمعة” (semea) kelimesinin birleşimidir.

Kur’an’ımızdaki “سمعة” (semea) anlamak, yargılamak, ayırt etmek, duymak, vurmak ve seslendirmek vb anlamlarda kullanılan Arapça “سمع” (semea) kökünden türemiştir.,

Mahkeme Duruşmasına “سماعة” veya “سماعت” (semeat) denir ve davalar liyakatle (خَتَمَ) anlaşılır ve değerlendirilir (سَمَعَ).

Dolayısıyla, Kur’an’ımızdaki “سَمْعِهِمْ” (semihim) ifadesi, doğru olarak “onların anlayışı”, “onların hükümleri” veya “onların algıları” anlamına gelir.

Arapça bileşik سَمْعِهِمْ = (“هِمْ” + “سَمْعِة“) oluşumunda “ه” (he) harfi, “سَمْعِة” (sem i) ve “هِمْ” (him) arasında ortaktır, iki defa alınamaz ve bir bileşik oluşturmak için birbirleriyle birleştirilir. Bu nedenle, yaygın dil kurallarına göre, “سَمْعِة” (sem’i) ve “هِمْ” (him) kelimeleri arasında yalnızca bir “ه” (he) harfi kullanılarak “سَمْعِهِمْ” (semihim) “onların anlayışları” anlamına gelen bileşik kelime haline getirilir. 

Neden isim “سَمَعِة” (sem’i) ve neden fiil “سَمَعَ” (semea) değildir?

Bunun nedeni, Arapça dilbilgisinde fiilin eylemini gerçekleştirmek için bir fiilden (فعل) sonra bir özne (فاعل) veya öznel bir zamirin (ممیر فاعلی) gerekli olmasıdır.

Oysa “سَمْعِهِمْ” (semihim) bileşiğinde, “سَمَعَ” (semea) fiilinin eylemini gerçekleştirmek için bir fail veya aktif bir öznemiz veya öznel bir zamirimiz yoktur, bunun yerine “سَمَعَ” (samaá) fiilinin eylemini gerçekleştiremeyen nesnel bir zamirimiz “هِمْ” (him) vardır. Nesnel isimler ve nesnel zamirler, öznenin veya yapanın eyleminden teknik olarak etkilendiğinden, bu durumda genellikle isim veya fiilimsi isim kullanılır. Dolayısıyla dilsel nedenlerle “سَمَعَ” fiili yerine “سَمْعِة” (sem’i) kullanılmıştır. Ancak yine de “سَمَعَ” fiilinin işitme anlamında olduğunu kabul eden olursa, yine işitme, aslında kulak değil, sağduyu, doğru karar verme yeteneği, muhakeme ve değerlendirme yeteneğidir.

Aynı şekilde “أَبْصَارِهِمْ” (ebsarihim) bileşiğinin “أَبْصَار” (ebsar) kelimesi, Arapça “بصر” (BSR) kök kelimesinden türeyen “vizyon”, “görüş” ve “kanaat” anlamlarına gelen bir fiil olup anlamı GÖZ veya GÖZLER değil, bir şeyi görmek, izlemek, görselleştirmek veya gözlemlemektir. Dolayısıyla “أَبْصَارِهِمْ” (absarihim) doğru olarak onların görüşlerini, öngörülerini, vizyonlarını, tasavvurlarını ve kanaatlerini ifade eder. Oysa öngörme, gerçek olarak algılanmayan ve duyularla mevcut olmayan bir şeyin zihinsel görüntüsünün oluşmasıdır. Başka bir deyişle öngörme vizyon, gelecekte elde etmeye çalıştığınız şeydir. Yani kurgudur. Stratejik bir planlama sürecinin nihai sonucudur.

  • “أَبْصَارِهِمْ” (ebsarihim) doğru olarak onların görüşlerini, vizyonlarını, kanılarını, düşüncelerini ve kanaatlerini ifade eder.
  • Bir sonraki kelime “غِشَاوَةٌ” (ğışavetun) aslında bir sıfat olan belirsiz bir isimdir: aldatıcı, hileci, yanıltıcı, tehlikeli, tahrif edici, blöf, hileli, bulanık, belirsiz, saf olmayan, karışmış, kirlenmiş, bozulmuş, belirsiz ve kirli vb…

Gerçekte, “غِشَاوَةٌ” kelimesinin yerleştirilmesi ve oluşumu, bu kelimeyi, “غِشَاوَةٌ” anlamına gelen sadece “أَبْصَارِهِمْ” (vizyonları) ifadesine değil 2:7 ayetinin başından gelen tüm konuşma cümlelerine yani aynı zamanda “سَمْعِهِمْ” (anlayışları) ve “قُلُوبِهمْ” (zihinleri) ifadelerine de uygulanır.

Bunun nedeni, hareke kurallarına göre (الحركات), “غِشَاوَةٌ” kelimesinin son harfindeki damme tenvin (kelimenin sonunda virgül benzeri bir işaret ve üstünde ters virgül), “غِشَاوَةٌ” kelimesini konuya atıfta bulunan ve konuşmanın tüm cümlelerine baştan beri uygulanan bir yalın isim haline getirir. Bu, zihinlerinin kirli, belirsiz ve tehlikeli olduğu anlamına gelir. Anlayışları, yargıları veya algıları açık, net değildir ve açıkça vizyonları aldatıcıdır.

  • Bir sonraki “وَّلَهُمْ” (ve lehum) ifadesi “ve onlar için” anlamına gelir.
  • “عَذَابٌ عَظِيمٌ” (azabun aziym) büyük sefalet, büyük işkence, şiddetli acı, aşırı zihinsel veya fiziksel ıstırap, aşırı sıkıntı, aşırı endişe, aşırı üzüntü, aşırı acı verici, büyük üzüntü, aşırı mutsuzluk, şiddetli keder, şiddetli zorluk, büyük sıkıntı anlamına gelir.

Bakara 2;7

خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ

Allah onların akıllarına, anlayışlarına ve aldatıcı vizyonlarına ve onlar için büyük bir sıkıntıya işaret etti.

Şimdi, yukarıdaki Kur’an’ımızın 2:7 ayetinin bu çevirisini gördükten sonra, toplum olarak zihni kirlenmiş ve karışık olanın aslında bizler olduğunu düşünmüyor musunuz? Anlayışımız, yargımız veya algımız net değil ve açıkçası aldatıcı bir vizyona sahibiz.

Kur’an’ımızın 2:7 ayetine anlatılan, açıklanan bu ifadenin doğru olduğunu kabul ediyorsak, o zaman kendimizi, içinde bulunduğumuz sorunları düşünmeli ve bunları gidermeliyiz.

Din adamlarımızın aksine, ALLAH’ın kalplerimizi mühürlediği ve kilitlediği, kulaklarımızı ve gözlerimizi mühürlediği için kulaklarımızı ve gözlerimizi kapattığı yalanlarına kulak asmamalıyız. Bu, hiçbir şey anlamadığımız ve sayısız problemlerden mustarip olduğumuz için kendi yaptığımızdır.

Kendi kötülüğümüzden dolayı başımıza gelen hiçbir acıdan, hiçbir sıkıntıdan, herhangi bir sorundan, herhangi bir darlıktan ALLAH’ı sorumlu tutmak, kulluk şiarına aykırıdır.

ALLAH zihnimize ve aklımıza hiçbir mühür, kilit vurmamış, işitmek ve görmek de dahil olmak üzere gerçekleri ve hakikatleri algılama ve gözlemleme yetilerimizi durdurmamıştır.

ALLAH ne kendimizi düzeltmekten alıkoyar ne de ıslahtan sonra ve bizden gelen tüm kötülüklerden sıyrıldıktan sonra elde edilen bağışlanmanın kapılarını kapatır…


[1]    http://kimsin.kim/hateme-kelimesi-خَاتَمَ/  daha fazla bilgi için okumanızı rica ederiz.

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ

 قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِاٰبَٓاءَنَاۜ 

اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ

 شَيْـًٔا وَلَا يَهْتَدُونَ

Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?

BAKARA 2;170

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir