الم

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

الم

(Bakara 1,2) ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ 

الم   (elif lam mim)  kelimesi bakara suresinin ilk ayetidir. Yirmi dokuz surenin başlangıcında yer alan ve huruf-u mukattaa veya huruf-i mukattaa olarak tanımlanmış bu şekiller farklı yorumlar ile açıklanma çabası içine girilmiştir. Huruf-u mukattaa veya Huruf-i mukattaa üzerinde yapılan makale veya yazıları okuduğunuzda gözden kaçan, bu tanımı veya ifadeyi kimin tespit ettiği ve tanımladığıdır. Kur’an’ımızda böyle bir tanımlama içeriği bulunmamasına rağmen halen kullanılmaktadır.

Rabbimizin ikramı olan Kur’an’ımızın 114 suresinden yirmi dokuzunda, besmeleden hemen sonra gelen ve asılsız olarak yayılan; “kopuk”, “bağlantısız”, “gizli”, “sırlı” harfler olmayıp, Kur’an’ımızın kelamının temel hükümleri, onun anahtar ayetleri ve proto kökleridir. 

“الم ” (elif lam mim) kelimesi birinci ayetin tamamıdır. Toplamak, bir araya getirmek, bir arada biriktirmek, elde etmek, toplama, bileşim, birikim, kendi içinde bulundurma, tutma yeteneğine sahip olmak, anlamında olan “لم ” fiilinin ismi tafdil halidir.

https://www.dict.com/arapca-turkce/%D9%84%D9%85

https://www.almaany.com/tr/dict/ar-tr/%D9%84%D9%85/?c=T%C3%BCm

https://www.torjoman.com/dictionary/en/search/arabic-turkish/%D9%84%D9%85

https://www.arapcaokulu.com/index.php/en/arapca-yds-forumu/32-arapca-ismi-tafdil

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ

Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. (DİB meali)

  • ذَلِكَ  kelimesine bir çok meal veya tercümelerde “bu“ (işaret zamiri) anlamı verildiğini okuyabilirsiniz. Oysaki “bu” işaret zamiri için Arapça lisanında “هذا” kelimesini kullanılır.

ذَلِكَ  kelimesi  az önce bahsedilen (zaman) veya biraz uzakta olanı işaret eden Türkçe’mizde “şu” kelimesinin karşılığıdır.

ذَلِكَ  kelimesi işaret veya gösterge niteliğinde olup aynı zamanda konuşmacı ve hitap ettiği kişi tarafından “o“ anlamına gelen her şeyi ifade eder. Bununla birlikte, Arapça dilbilgisi kurallarına göre:

  • ذَلِكَ            kelimesinden sonra isim veya zamir gelirse; sıfat, zamir ve belirleyici olarak kullanılır.
  • ذَلِكَ            kelimesinden sonra fiil veya yardımcı fiil veya bağlaç veya edat gelirse ذَلِكَ kelimesi (“şu veya o”) gösterge ismi olarak kullanılır.

Eğer bir fiil, yardımcı fiil, zarf, bağlaç veya edat; ذَلِكَ kelimesinden sonra gelirse Arapça dilbilgisi “ذَلِكَ” kelimesinin işaret zamiri olarak “şu” anlamında kullanılmasına izin verir.

  • ذَلِكَ  kelimesi, bir cümlenin ilk kelimesi ve başlangıcında olup kendisinden önce herhangi bir kelime mevcut değilse işaret zamiri olarak kullanılamaz. Ancak belirteç (cümle içerisindeki fiil ya da fiilimsileri durum, hal, zaman ve miktar yönünden niteleyen) olarak kullanılır. Belirteç; düzeltmek, belirlemek, gözlemlemek, karar vermek, hedefi veya amacı belirlemek ve bir şeyi tanımlamak için kullanılır. Bu nedenle ذَلِكَ belirteç olarak kendisinden sonra gelen ismi, bir sıfat gibi davranarak sabitler (tanımlar, adlandırır, belirler). Ya da bir fiil gibi davranarak ifade eder, düzeltir veya bir isim gibi davranır.
  • Ayetimiz de ذَلِكَ kelimesi, başlangıç kelimesi olup kendisinden sonra gelen الْكِتَابُ ile arasında fiil, yardımcı fiil, zarf veya edat yoktur. Kendisinden önce herhangi bir kelime de mevcut değildir. Bu nedenle, dilbilgisine göre, yukarıdaki 2:2 ayetinde, “ذَلِكَ ” kelimesi, hemen yanına yerleştirilen “الْكِتَابُ” isminin varlığı durumunda, “şu” veya “bu” gibi başka bir gösterge niteliğindeki ismi belirtmek için, uzak olan bir şeyin gösterge adı olarak kullanılamaz.
  • ذَلِكَ      kelimesi كَ + ل +ذَ   bileşimden oluşmaktadır. “ذا” veya “ذَ” öneki, kendisine söylenmek üzere olan bir şeyi, hitap edilen bir kişiye bildirmek için kullanılır.

ل          için / …e, …a anlamına gelen bir edattır.

كَ         soneki, ele alınan bir nesneyle ilgili atıf ve tahsisat işaretidir.

Ayrıca “كَ” eki, “كتابك” veya “ربك” gibi bir ismin sonuna geldiğinde “senin” anlamında ikinci tekil şahıs zamiri olarak da kullanılır.

Bu nedenle, ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ ayetinde “ذَلِكَ الْكِتَابُ ” ifadesi aslında ele alınan bir şey için oluşturulan / toplanan / bir araya getirilen / tutulabilen (الم) eldeki kitabı ifade eder.

Eğer bu belirleyici “ذَلِكَ” “o” olarak çevrilmişse, her zaman önceki ayet 2:1’de (الم) bahsedilen bir şey için oluşturulmuş / toplanmış / bir araya getirilmiş / tutulabilen olanı ifade eder ve “ذَلِكَ” belirteci, kendisine yöneltilen bir şey hakkında oluşturulmuş / toplanmış / bir araya getirilmiş / tutulabilen / gruplanmış / hatırlanabilen yazılmış aynı kitabı (الْكِتَابُ) yani elimizdeki aynı Kuran’ı belirtir, işaret eder, atıfta bulunur ve tahsis eder.  

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ  ayeti, ilk zaman tefsirlerinde ve hatta daha sonra yazılan tefsirlerde; cennette bir yerde muhafaza edilen levhada bulunan ana kitaba atıfta bulunarak yanıltıcı bir şekilde yorumlanmış ve buna da Buruc suresi yirmi ikinci ayeti        “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ”  delil olarak sunulmuştur.

Bu sahte yorum ve onun yanlış tefsiri; “لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ ” sözlerinin, hiçbir şüphe olmadan inanan Salih kimseler için, koşulsuz mutlak talimat veya direktifleri tanımlayan Kur’an’ımızın bu ayetinin içeriğinde karışıklık yaratmaktadır.

“ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ ” ayetimizin geleneksel yorumunu kabul etmek; “لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ” (talimatlarında şüphe olmayan veya bilginlerimize göre doğrular için “rehberlik”) kelimelerinin göklerde muhafaza edilen kitap için (لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ) kullanıldığı anlamına gelir. Birinci (الم) ayetimizde bahsedilen oluşturulmuş / toplanmış / bir araya getirilmiş olan Kur’an’ımızı tarif etmez.

Kur’an’ımızın, Rabbimizin anayasal talimatlarının rehberi veya kitabı olduğunu tam olarak değerlendirmeyen ve her zaman Kur’an’ımızın vahyinden şüphe duyan putperest Araplar, Maniheist ve çok tanrılı Zerdüşt Farisi imamlar ittifakı ile adeta Kur’an’ımızı alçaltma komplosunun bir parçasını oluşturmaya hizmet edecek şekilde, cennette tutulan görünmez bir kitabın hikayesi icat edildi. Rabbimizin Kur’an’ımız hakkında açıkça söylediği;

“لاَ رَيْبَ فِيههِ هُدًى لِّلمُتَّقِيْنَ”

“mükemmel inananlar (veya kusursuz mükemmeliyetçiler) için verdiği talimatlarda şüphe yoktur” tanımını kabul etmek yerine, cennette bir yerde duran varsayımsal (görünmez) kitaba ertelediler. Oysaki; copyright yani telif, fikir, özlük, ebedi mülkiyet hakları Kur’an’ımızın sahibi olan Rabbimize aittir.

Kur’an ayetlerinden bir şeyi ispat etmeden önce, Kur’an’ın ifadelerinin birbirleriyle tutarlı olduğunu, orijinal yerlerinden ve gerçek bağlamlarından buraya ve oraya taşınamayacağını hatırlamalıyız. Kur’an’ımızda bildirilen Rabbimizin mesajını incelememiz veya anlamamız için, her şeyden önce Rabbimizin talimatlarına bakmak gerekir.

Bu konu da;

وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلًا (ve rettilil kurane tertiyle) (Muzemmil 4)

Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku. (DİB Meali)

Ayetteki bu cümle; Kuran’ın diğer ayetlerinin ifadelerini ve sözlerini karşılaştırarak Kuran’ın her yerinde araştırmak gerektiğini söyler. Kur’an da hiçbir dilbilgisi kuralının kullanılmadığı görüşü gibi, Kur’an’ı anlamak için geliştirilmiş tüm indî yöntemleri ise reddeder. 

https://kelimeler.gen.tr/baglam-nedir-ne-demek-30971

  • رَتِّلِ     kelimesi konu bütünlüğü bağlamında oluşturulan (yapılan veya bir şey de hizalanan, sıralanan dizilen) anlamındadır. Buradaki oluşum da hemen sonraki kelime “الْقُرْآنَ” dir. “تَرْتِيلًا” bağlam şekli, “usulü dilbilgisi” kurallarına uygun sıralanmış, dizilmiştir.
  • رَتِّلِ      bir kelimeden diğer kelimeye, dilbilgisi kurallarına uygun bağlam, dizi, sıra içinde kademe kademe ilerleyerek anlamaktır.
  • تَرْتِيلًا kelimesinin sonundaki elif harfi “الْقُرْآنَ ” işaret eder.
  • تَرْتِيل   kelimesi “تَجْوِيد ” kelimesinin eş anlamlısıdır.
  • تَجْوِيد   kelimesinin anlamı; okumayı daha da zor hale getiren karmaşık kurallar dizisi olmayıp, Kur’an’ı gerçek ruhuyla anlamak veya tercüme etmek için, Kur’an konuşmasının bağlamları veya sütunları içinde dilbilgisi kurallarına uygun kademeli ilerlemeye sahip olmaktır.
  • رتل      kelimesi Arap dünyasında; ulaşım konvoyu, kafilesi anlamında da kullanılır: askeri konvoy ve kafile   رتل عسكري
  • رتل      kelimesi bilim, teknoloji ve tıp alanlarında da kullanılmaktadır.

https://www.almougem.com/search.php?mdatabase=en-mougem&query=%D8%B1%D8%AA%D9%84

Dilbilgisi kurallarına uygun bağlamda hizalanan, sıralanan, dizilen Kur’ an’ ımızın ifadeleri, O’ nun her bir kelimesinin temel özellikleri, bağlamlarında, sıralanışında ve vahiy edildiği yerde gözlemlenerek anlaşılabilir.

Oysa “رتل” kelimesi, dünya çapında konuşulan ve anlaşılan Arap dilinden farklı olarak, Kur’an’ımızın tercümelerinde yanlış bir şekilde; “yavaş oku”, “musiki ile oku” ve “oku” olarak anlamlandırılmıştır.

Dolayısıyla geleneksel olarak inandığımız şeyi ispat etmek için Kur’an’ımızın sözlerini buradan oraya taşımak sadece yanlış değil, aynı zamanda haksızlıktır. Eğer Rabbimiz, alimlerimizden duyduklarımızı veya geleneksel olarak inandıklarımızı söylemek isteseydi, yanlış inançlarımızı Kuran’ dan kanıtlamak için kelime mühendisliği hilelerimizi kullanmadan onu bir yerde açıkça tarif ederdi.

Ayrıca, Rabbimizi hiçbir şey engelleyemez veya yasaklayamaz. ALLAH’ımız asla unutmaz ve O’nun hiçbir kelime sıkıntısı da yoktur.

Aslında ALLAH, bu kötü uygulamayı durdurmak, kutsal ifadelerine müdahale edenleri cezalandırmak için yazılarının adeta telif haklarını ilan etmiştir. Bu nedenle, gerçekte “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” ayeti, Kur’an’ın telif haklarını yalancılardan korumak için indirildiği halde, bu yalancılar dikkatimizi başka yöne çevirmiş ve 2:2 ayetinde ALLAH’ın göklerde yatan görünmeyen bir kitaptan bahsettiği görüşünü yerleştirmiştir.

بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي تَكْذِيبٍ (Buruc 19)

Hayır, inkâr edenler, hâlâ yalanlamaktadırlar (DİB meali)

وَاللَّهُ مِن وَرَائِهِم مُّحِيطٌ  (Buruc 20)

Oysa Allah, onları arkalarından kuşatmıştır (DİB meali)

بَلْ هُوَ قُرْآنٌ مَّجِيدٌ (Buruc 21)

Hayır, o (yalanlamakta oldukları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır (DİB meali)

فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ (Buruc 22)

O, korunmuş bir levhada (Levh-i Mahfuz’da)dır (DİB meali)

Buruc suresinin 22. ayetinin “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” sözlerinin, “levhaya kaydedilmiş / levhada korunmuş” sözleri; aslında sadece yüce Kur’an’ımıza ait olup “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” sözlerinin kesinlikle Kur’an’a atıf olduğunu ve “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” ibaresiyle, Kur’an vahiy edildiğinde “levhaya kaydedildiğini / korunduğunu” ifade etmektedir.

Buruc suresinin 22. ayetinin “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” bağlamında, cennetteki görünmez kitap hakkında bir kelime gördünüz mü? Eğer böyle bir kelimeyi Kur’ an’ dan başka bir kitaba atıfta bulundukları “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” ayetinin bağlamında bulamazsak, o zaman elimizdeki Kur’an’ı aşağı konumlandırmak için icat edilen bu yöntemi ciddi olarak sorgulamak gerekir.

Aslında, 85:22 ayetinin bağlamı ışığında, gözleri olan herkes, “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” sözlerinin Hz. Muhammed (sav) hakkında indirilen Kur’ an için kullanıldığını, cennette tutulan başka bir gizli kitap için kullanılmadığını kolayca görebilir.

Kur’an’ımızın yukarıdaki ayetlerin içeriğine göre; kayıtlı biçimde, yani yazılı olarak indirildiğini ve sözlerinin ebedi telif hakları için korunduğunu öğrendik. Dolayısıyla sağlam müminler, Salih veya mükemmeliyetçiler (muttekıyn) için bütün talimatlar, Rabbimiz tarafından Hz. Muhammed’ e (as) doğru indirilmiş olan ve halen elimizde bulunan                Kur’an’ımızda mevcuttur. Bu konuda ve onun doğru ifadeleri hakkında hiçbir şüpheye yer yoktur.

“ذَلِكِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيههِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ “ayetimizde geçen kitap kavramına “فِي لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” da olan kitap kavramının eklenmesini; elimizdeki Kur’an’ın eksikliğine yönelik değerlendirmek, O’na karşı açık bir komplodur. Bu anlayış, Kur’an okuyucuları için; elimizdeki Kur’an’ın şüphesiz olmadığını ve birinci ayette (الم) kelimesi ile bu Kur’an’da oluşturulan/toplanan/bir araya getirilen hidayet veya talimat bulunmadığını, ancak göklerde korunan (لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ) kitabın şüphesiz ve doğrular için bir rehber olduğu ifadesine dönüştürülmüştür. Cennette veya göklerde olup hiç okuyamayacağımız, tutamayacağımız, göremeyeceğimiz ve bize yaşadığımız hayatta doğruyu göstermesi mümkün olmayan kitabın varlığına dair söz konusu komplo (hiç düşünmeyenler tarafından) neden yüceltildi?

Daha sonraki bazı alimler, Kur’ an’ ın ilk tefsir ve yorumlarındaki bu tutarsızlığı fark etmişler, ancak çevirideki bu hatayı düzeltmenin bir yolunu bulamamışlardır. Çevirilerine, “ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ” ayetinin tercümesindeki karışıklığı telafi etmek için, hem “bu” hem de “şu” kelimelerini eklemekten başka seçenekleri yoktu. Arapçada “هذا”ın (haza) “bu”, ذَلِكَ (zalike)’nin “şu” anlamında kullanıldığını biliyorlardı ama (ذَلِكَ) (zalike)’yi ellerindeki Kur’an’la ilişkilendiremiyorlardı.

Bu nedenle, ذَلِكَ (şu, o) kelimesini çeviride “هذا” (bu) ile değiştirdiler ve “لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ ” kelimelerinin (şüphesiz doğrular için rehberliğinde) birinci ayette (الم) sözü edilen oluşturulmuş / toplanmış / bir araya getirilmiş olan Kur’an için kullanıldığını anladılar.

Kur’an’ın şanlı statüsünü eski haline getirmek iyi bir çaba olsa da ذَلِكَ (zalike) anlamını değiştirmek yanlıştı. Bunun nedeni, çevirisi kasıtlı olarak ihmal edilen birinci الم ayetine bakma zahmetine girmemeleri ve الم ayetini çevirmek yerine, alimlerimizin “Allah ve nebisinin (as) الم ‘in anlamını bildiğini” yazmalarıdır. Böylelikle; Bakara Suresi’nin ilk ayetinde (الم ) söylenenleri anlamaya hiç zahmet etmeden, Kuran’ın tam bir ayeti etkisiz hale getirilmiş oldu. Gerçekte Kur’an, onu anlamak ve ona göre hareket etmek için indirilmiştir. Dolayısıyla Allah Kur’an’da indirilen hiçbir şeyi saklamadığı gibi Muhammed (as) de Kur’an’ın tek bir kelimesini gizlememiştir. Kur’an’ın hiçbir kelimesi onun anlaşılmasını görmezden gelmek için faydasız veya fazladan değildir. Dolayısıyla, ayetin bir sonraki “ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ ” ifadesini, birinci ayetin (الم) gerçek anlamına atfetmek yerine gökte yatan “لَوْحٍ مَّحْفُوظٍ ” kitabına yönlendirmek sinsice bir yaklaşım olmuştur.

ذَلِكَ kelimesinin gerçek anlamıyla “şu” olarak alınması, kesinlikle ilk “الم” ayetine atıfta bulunur. Çünkü Kuran’ın tüm ayetleri birbiriyle tutarlıdır. Yani Kur’an’ın birinci ve ikinci ayetlerini akıcı bir şekilde okuduğunuzda fazladan bir kelime eklemeden ve hatta ذَلِكَ (o) yerine هذا (bu) koymadan doğru anlamı rahatlıkla anlaşılmaktadır.

“ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِيْنَ “

Tanımlanan (belirtilen) kitabın toplanması (bir araya getirilmesi) mükemmeliyetçiler (hiçbir şüphe duymadan inananlar / salih, doğru kimseler) için, talimatları (öğretimi / izahatı / yönlendirmeleri) kesinlikle mükemmeldir.

Yukarıdaki çeviride, daha önce yer alan “الم ” ifadesini, “o” anlamında ve peşi sıra gelenleri “ifade eden”, “belirleyen”, “tanımlayan” “nitelendiren” olarak belirtecek şekilde; “ذَلِكَ” kelimesini (doğru Arapça dilbilgisine göre) belirteç olarak aldık. Daha fazla bilgi için. “ذَلِكَ” kelimesini araştırmanızı rica ederiz.

  • لاَ رَيْبَ ifadesi; şüphesiz, kusursuz ve eksiksiz (mükemmel) anlamındadır.
  • فِيهِ       kelimesi, فِي + هِ edat ve zamir bileşiminden oluşur. “فِي” ibaresi; içinde, içerisinde, bir uçtan öbür uca, dahilinde anlamına gelen bir edattır.
  • هِ          kelimesi ise o/onun anlamına gelen ve الْكِتَابُ kitap kelimesine ilişkin, ait nesne zamiridir.
  • هُدًى kelimesini alimlerimiz hidayet, rehber anlamında almışlardır. Doğru anlamı talimat, yönlendirmedir. Ne gariptir ki aynı kelimeyi farklı ayetlerde kurban anlamında da kullanmışlardır.[1] Alimlerimizin هُدًى kelimesini hidayet/rehberlik olarak tanımlaması ve الهدًى kelimesinin “hayvan kurban etme” anlamına geldiğini açıklaması ne kadar saçmadır.  Oysa gerçekte, هُدًى ve الهدًى anlamlarında bir fark yoktur, ancak هُدًى belirsiz bir isimdir. Aynı هُدًى kelimesinden önce belirlilik takısı ال eklenerek, belirli bir otoriteden belirli bir rehberlik veya özel talimat anlamına gelen الهدًى kelimesi oluşur. ال belirlilik takısı eklenen kelimenin, anlamının değişmesi dilbilgisi kurallarına aykırıdır. Oysaki Kur’an’ımız tamamıyla dilbilgisi olarak adlandırdığımız bir kurallar silsilesine uygun olarak indirilmiştir. Dilbilgisi dışında herhangi bir dilin cümlesinin oluşması mümkün değildir, çünkü hiç kimse, anlaşılabilir bir sıraya koymadan, dağınık kelime dağarcığının insanlar tarafından anlaşılmasını sağlayamaz. Dolayısıyla, gramer yani dilbilgisi Kur’an’ın vahy edildiği sırada icat edilmiş olsun ya da olmasın, insanlar düzgün Arapça konuşur ve anlarlardı. Bir cümleyi oluşturmanın kuralları dilbilgisinin konusudur. Dilbilgisi; Allah’ın ifadesinin evrensel anlamını, insanların doğru bir şekilde anlamalarını sağlamak için Kur’an’ımız da tamamen uygulanmıştır.
  • لِّلْمُتَّقِيْنَ kelimesi ayette gelen ikinci kelimedir ve لِ  edatı …e/ …a / için anlamındadır.
  • مُتَّقِيْنَ kelimesi genel olarak “Allah’tan korkan” anlamında kullanılmaktadır. Kelimenin doğru anlamı: mükemmeliyetçi / kusursuz / fevkalade / muhteşem / kusursuzluk örneği / harikulade.[2]

On altıncı surenin ikinci ayetinde (لاَ إِلَـهَ إِلاَّ أَنَاْ فَاتَّقُونِ) Rabbimiz فَاتَّقُونِ kelimesini, kendisinin muhteşem / mükemmel / kusursuz / harikulade olduğunu tanımlamak için kullanmıştır. Genel olarak ayetin açıklamasında أَنَاْ kelimesini birinci tekil şahıs “ben” olarak tercüme etmek yerine …den ekleyerek “benden” haline dönüştürmüşlerdir. “Benden korkun / sakının” olarak uydurulan bu anlamı, uydurduklarının devamlılığını sağlamak için bu şekilde tercüme ederler veya açıklarlar. Kur’an’ımızın tercümesindeki bu şeytani kelime mühendisliği; müşrik putperestlerin Allah’ı, ilahların arasında en büyük ilah olarak gören pagan inancını, Kur’an’ımıza yerleştirebilmeleri için de önemliydi.

   أَنَّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ أَنَاْ فَاتَّقُونِ  

“Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının” (Nahl 16:2 DİB Meali)

  • أَنَّهُ        O
  • لاَ         olumsuzluk ifade eder: Değil / olmayan
  • إِلَـهَ       ilah
  • إِلاَّ        fakat / ama / ancak / sadece
  • أَنَاْ        ben
  • فَاتَّقُونِ   mükemmel (aslında ben mükemmelim) (herhangi bir kelimenin başında bulunan “ف” harfi, başlangıçta bahsedilen bilinen, genel gerçeği tanımlamak, konuşmayı son derece önemli kılmak ve hakikati anlatmak için “gerçekten”, “doğrusu” ve “aslında” vb. anlamına gelecek şekilde çevrilir. Ancak Kur’an’ımızın tercümelerinde veya açıklamalarında “ف ” harfinin “öyle, sonra” tercümesi anlamının dışında daha iyi bir manada tercüme edilmemiştir.

“أَنَّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ أَنَاْ فَاتَّقُونِ “

O ilah değil ama aslında ben mükemmelim

ALLAH kendisini, O’ nu ilah yapmak isteyen pagan putperest fikrini, ayet ile açıkça reddetmiştir ama putperest düşüncenin takipçileri, pagan inanış ve uygulamalarına devam etmek için “ALLAH tan başka ilah yoktur”, vb yanıltıcı çevirilerinde O’ nu yine de ısrarla ilah kılmaktadırlar.[3]

Bakara Suresi ilk ayeti bize, Hz. Muhammed (sav) ile bir şey gönderildiğini söylüyor.

Bir sonraki ayet bize elimizdeki Kur’an’ın, mükemmeliyetçi veya mükemmel olanlar için mutlak talimatları içeren ve içerisinde hiç şüphe bulunmayan bir kitap olduğunu açıklıyor.

Rabbimizin gönderdiği üçüncü ve dördüncü ayetlerde ise “مُتَّقِيْنَ” (mükemmel veya doğru) olmak için gerekli kriterlerin ve niteliklerin 6 temel unsuru ortaya konuyor.

Öncelikle üçüncü ayette zikredilen üç temel unsuru ele alalım:

  1. يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ   [4]

Takip etme zorunluluğuyla, çılgınlıkla, delilikle ya da ezici bir tasdik ile inanırlar. Bu, kâmil müminlerin ALLAH ‘a; delilikle, çılgınlıkla, uyma zorunluluğu ile veya ezici bir kabul yemini ile inanmaları imanın ilk şartıdır.

  • وَيُقِيمُونَ الصَّـلَاة  

ALLAH ın emirlerini (talimatlarını / kurallarını) takip etmeye (yerine getirmeye / uygulamaya) değer verenler (dikkat edenler / önem verenler) “يُقِيمُونَ ” ifadesi bir önceki cümleye “و” bağlacı ile bağlanır.

“يُقِيمُونَ” ifadesi; muhatapların zamirlerini nesnel biçimde (ونَ) içeren, geniş zaman edilgen bir fiil biçimidir. Bu edilgen form (يُقِيمُونَ), şimdiki zaman “يُقِيم ” fiili ile yapılmış ve geçmiş zaman fiili “قيم ” olup, aynı zamanda bir isim olarak da kullanılmaktadır. Şu anlamları ifade eder: kabul edilebilir, amir, müdür, yönetici, daire başkanı, görevli, usta, başkan, üstün, geçerli, sağlam temele dayalı,…

“ قُيّم ” fiil olarak şu anlamları ifade eder: Bir şeyi tasdik etmek, değerlendirmek, derecelendirilmek, baş olmak, üstün olmak, takdir etmek, değer biçmek ve bir şeyi elinde tutmak, yasal olarak veya ahlaki olarak yükümlü (örneğin bir şeye veya birine bakmak veya bir görevi yerine getirmekle yükümlü) bir şeyin miktarını, değerini veya kalitesini değerlendirmek, bir şeyin boyutunu, maliyetini veya değerini hesaplamak, bir şeyin veya birinin miktarı veya değeri hakkında bir fikir oluşturmak, bir şeyin veya birinin değerini tahmin etmek, bir şeyin tahminini veya değerlendirmesini yapmak, bir şeye önem vermek veya değer vermek,….

قيم kelimesi Arap ülkeleri arasında:

…… üzerinde değer biçmek; قيم من جديد veya قيم مجدداً varlıkları yeniden değerleme; قيم ثقافية  kültürel değerler; قيم إجتماعية   sosyal değerler; قيم مالية finansal değerler; قيمتقنية teknik değerler; قيم الباهاء  ph değerleri; القيِّم العام  veya القيم العامة genel değerler; قيم منقولة menkul değerler; قيم رأس المال  sermaye değerleri, قيم البضائع değerli mallar; القيم قانونية yasal değerler; قيم أخلاقية ahlaki değerler; …. vb farklı anlamlarda kullanılmaktadır.

Günlük yaşantımızda kullandığımız Arapça قِيْمَة kelimesi; (قَدْر) değer, miktar, önem, oran, bedel, büyüklük, rakam, prim, sağlamlık ve geçerlilik anlamında kullanılır.

https://www.luggat.com/index.php#ceviri

“قيمة الفائدة” faiz değeri; “قيمة التداول التجاري” işlem değeri; “قيمة احتياطية” rezerv değeri; “قيمة اَلْإِيجَار” kira değeri; “قيمة استحقاقية” vade değeri;  “قيمة استردادية” itfa değeri; “قيمة استعمال” kullanımdaki değer; “قيمة اسمية” görünür değer; قيمة اعتبارية” nominal değer; “قيمة افتراضية” sanal değer; “قيمة الاستبدال” değişim değeri; “قيمة الاعتماد” kredi değeri; قيمة الاستخدام kullanım değeri; “القيمة الإجمالية” toplam değer; “قيمة الإحلال” ikame değeri; “قيمة الإسترداد” itfa değeri; “قيمة العمولة” komisyon değeri; “قيمة الصفقة” işlem değeri; “القيمة التسويقية”  ve “القيمة التجارية” ticari değer; “قيمة السوق” ve “القيمة السوقية” piyasa değeri; “قيمة الشحنة” gönderi değeri;  “القيمة الصافية” net değer;  “القيمة الصدمية” etki değeri; “قيمة الفاتورة” fatura değeri; “القيمة الفائضة” artı değer; “القيمة الكليّة” toplam (brüt) değer; “قيمة المخزون” envanter değeri;

Yukarıdaki satırlarda, Arapça fiil “قیم ” ve isim “قيمة” in gerçek anlamını, Arap kurumlarından ve Arap dünyasının kamu sektöründeki gerçek kullanımlarından verdiğimiz örnekler ile fazlasıyla çoğaltmak mümkündür.

Ancak bu Arapça “قیم”, ” قيمة” kelimelerinin ve diğer türevlerinin Kur’an’daki çevirilerinde;  ….yerine getirmek; … yapmak; … ayağa kaldırmak, yerleştirmek, kurmak, vb anlamına gelen herhangi bir kullanımını bulamazsınız. Arapça “قیم” kelimesi ve یقیم اقیم قيمة قيامة قوم vb türevleri kullanılan manalarda değildir.

Eğer Kur’an-ı Kerim Arap dilinde indirilmişse, metninde vahyedilen kelimelerin; hiçbir soru ve mazeret olmaksızın, günümüzde var olmayan böylesine eski bir dilden gelen Arapça kelimeler olduğu kabul edilmelidir. Bazı kişiler anlamsızca, Kuran’ ın kullanılmayan klasik Arapça ile indirildiğini ve mevcut Arapçanın Kur’an’ ın indirildiği Arapça olmadığını iddia etmektedir. Bu söylemler ile dolaylı olarak Kur’an’ ın artık işe yaramaz hale geldiğini söylediklerinden, sözleri üzerinde düşünmeden ve Arapça dil kurallarının temel bilgilerini önemsemeden, ağızdan ağza bazı alimlerin Kur’an adına yaydığı çöp bilgilere itimat edilmekte ve Kur’an ‘ı anlama zahmetine girilmemektedir. Ayrıca bunlar klasik Arapçanın modası geçmiş, kimsenin anlayamadığı ve Arapların konuşulan dilinden oldukça farklı olduğu efsanesine tutunurlar. Bu efsane ile; Kur’an’ın kelimelerinin gerçek anlamlarından farklı olan anlamlarını alarak, ALLAH’ın Kur’an’ da oldukça açık ve anlaşılabilir şekilde Arapça olarak indirilen ifadelerini sabote etmeye hizmet ederler.

Gerçekte, sözde klasik Arapça ve modern Arapçanın parametreleri ve kökleri tamamen aynıdır. Klasik ve modern Arapça arasındaki tek fark, uzun ve kısa ifadelerin, her zaman modern eğilimlerin (tüm dillerde) normal gördüğü bazı argo çarpıtmalardır. Ancak Arap dilinin klasikten modern çağa söz konusu geçişi, klasik çağdan gelen kelime dağarcığını etkilemediği gibi, klasik Arapçanın hiçbir kelimesinin sahip olmadığı temel köklerin veya dil kurallarının anlamını veya anlayışını değiştirmemiş, modern Arapça kelime dağarcığından silmemiş veya çıkarmamıştır. Bununla birlikte, Farsça ilhaklar nedeniyle, (Arapça olmayan) fonetik olarak Arapça kelimelere benzeyen birçok kelimenin anlamı, ustaca Arapça kelime dağarcığına sokulmuştur.

Muhammed (as)’dan yaklaşık iki asır sonra, Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmek için sahte bir dil icat eden ve şeytani yönlendirmelerle bunları Muhammed (as)’e isnat eden o apaçık yalancılara maalesef yürekten inanıyoruz! Ama ALLAH’ın defalarca bildirdiklerini göz ardı ediyoruz.

Oysaki, Kur’an-ı Kerim’de, hiçbir mazeret göstermeksizin herkesin Rabbimizin mesajını anlaması için saf, dosdoğru Arapça dilinde yazıldığı ısrarla belirtilmektedir.

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاء لَهُم مَّشَوْاْ فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّه عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

Şimşek neredeyse gözlerini alıverecek. Önlerini her aydınlatışında ışığında yürürler. Karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir. (Bakara 2:20 DİB Meali)

حَافِظُواْ عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَقُومُواْ لِلّهِ قَانِتِينَ

Namazları ve orta namazı aksatmadan kılın, huşû içinde Allah’ın huzurunda durun. (Bakara 2:238 Kur’an Yolu DİB Meali)

الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لاَ يَقُومُونَ إِلاَّ كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُواْ إِنَّمَا الْبَيْعُ مِثْلُ الرِّبَا وَأَحَلَّ اللّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا فَمَن جَاءهُ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَانتَهَىَ فَلَهُ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُ إِلَى اللّهِ وَمَنْ عَادَ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, “Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur. Durumu da Allah’a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır. (Bakara:275 DİB Meali)

شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

ALLAH, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler. (Evet) O’ndan başka tanrı yoktur; O mutlak güç ve hikmet sahibidir. (Ali İmran:18 Kur’an Yolu (DİB))

لَيْسُواْ سَوَاء مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَآئِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللّهِ آنَاء اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ

Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyan bir topluluk da vardır. (Ali İmran:113 DİB Meali)

وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ

Ve onların arasından ölen hiç kimsenin namazını kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah ve resulünü inkâr ettiler ve yoldan sapmış olarak öldüler. (Tevbe:84 Kur’an Yolu (DİB))

وَامْرَأَتُهُ قَآئِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِإِسْحَقَ وَمِن وَرَاء إِسْحَقَ يَعْقُوبَ

İbrahim’in karısı ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak’ı müjdeledik; İshak’ın arkasından da Yakûb’u. (Hud:71 DİB Meali)

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَيُّ الْفَرِيقَيْنِ خَيْرٌ مَّقَامًا وَأَحْسَنُ نَدِيًّا

Kendilerine ayetlerimiz açıkça okunduğu zaman inkâr edenler iman edenlere, “İki topluluktan hangimizin konumu daha üstün ve mensupları daha iyi?” diye sorarlar. (Meryem:73 Kur’an Yolu (DİB))

Yukarıda daha iyi açıklayabilmemiz için seçtiğimiz ayetlerden görüldüğü üzere: Durmak kelimesi انتصاب ، اصطف  ve أوقف; ayağa kalkmak kelimesi انهض; bulunduğu yer, konum kelimesi (kendi lisanımızda da kullandığımız) مكانة olarak Arapça kullanılmaktadır.

https://www.arabdict.com/ar/turkish-arabic/%D8%A3%D9%88%D9%82%D9%81

https://www.almaany.com/tr/dict/ar-tr/%D8%A7%D9%86%D8%AA%D8%B5%D8%A7%D8%A8/?c=T%C3%BCm

https://www.almaany.com/tr/dict/ar-tr/%D8%A7%D9%86%D9%87%D8%B6/?c=T%C3%BCm

https://sozluk.gov.tr/?q=ba%C4%9Flam&aranan=

Arapça قیم kelimesi ve türevleri olan یقیم, اقیم, قيمة, قيامة, قوم, vb kelimelerinin; yukarıdaki ayetlerin tercümelerinde kullanılan kalkmak, ayakta, duran, vb çevirileri, gerçek anlamları değildir! Bu Kur’an-ı Kerim kelimeleri olan “قیم, یقیم, اقیم, قيمة, قيامة, قوم ” ve diğer türevleri; yanıltıcı bir şekilde Farsça “قائم ” kelimesinden alıntı ile “kurmak”, “dikmek”, “ayakta durmak”, “ayağa kalkmak” ve “gitmek” anlamlarına getirilmiştir.

https://dsal.uchicago.edu/cgi-bin/app/hayyim_query.py?page=1594

Oysaki Arapça olan “قیم, یقیم, اقیم, قيمة, قيامة, قوم” ve diğer türevleri, standart Arapça dilinde; tepe, üst, zirve, yükseklik, en yüksek nokta, optimum, vurgulama, asal, zirve, uç, üst uç, yük, değer, maliyet, fiyat, değerlendirme, kıymetlendirme, beklenti, ilgi vb temel anlamı temsil eder. Arapça kelime aslı “قمم” olup kökü “ق م” dir.

Kendi lisanımız Türkçemizde de kullandığımız Arapça “قوم ” (kavm) kelimesi de aynı “ق م ” kök kelimesinden türetilmiştir. Esas anlam olarak belirli bir karşılıklı çıkar noktasında toplanan (مَجْمَع) veya bir araya gelen insanları ifade eder.

Ancak, Kur’an’ımızın ifadesini saptırmak amacıyla aynı isim “قُوم “, Kur’an’daki “قیم”, “یقیم”, “اقیم”, “قيمة” ve “قيامة” kelimelerinin kökü olarak kullanılmıştır. Bu durum, Arapça kelimelerin köklerini belirleme konusundaki dilbilgisi kurallarının açık bir ihlalidir; çünkü bu kurallara göre, Arapça/Kur’an’i kelimelerin gerçek köklerini elde etmek için tüm sesli harfler çıkarılmalıdır.

Oysa, “قوم ” kelimesi hâlâ “و” sesli harfini içerdiğinden, “قیم”, “یقیم”, ” اقیم”, ” قيمة ” ve “قيامة ” kelimelerinin kök kelimesi olarak alınamaz. Ancak “قوم” kelimesindeki “و” sesli harfi çıkarıldığında, gerçek proto kökü olan (ق م) açıkça elde edilir.

Maalesef, Kur’an’ımızın tercümelerinde; birçok Kur’an kelimesinin anlamı, genel Arapça lisanında olmayan ve icat edilmiş kök kelimelerden türetilerek kullanılmıştır. 

Kuran’daki “قيامة ” kelimesi, ancak kıymet biçme, değerlendirme veya yargılamanın temel unsurunu tasvir eden doğru “ق م” kök kelimesinden türetildiğinde “yargı” veya “kıyamet günü” olarak anlaşılır. Ancak aynı kelime “قيامة ” sahte kök kelimesi “قوم ” veya Farsça “قائم ” kelimesinden “yerine getirmek, kaldırmak, vb..” anlamına getirilirse, onu “yargı” anlamına nasıl çevireceksiniz?

Bu nedenle, doğru olan “ق م ” kök kelimesine göre, “قيامة kıyamet” in doğru anlamı; yargılamaya neden olan, değerlendirmeye neden olan ve belirleme veya ölçmeye hesaplamaya neden olan bir olaydır.

Aynı şekilde, Kur’an’daki “قیم”, “یقیم”, “يُقِيمُونَ”, “أَقَامَ”, “أَقِمِ”, “اقیم”, “أَقِيمُوا”, “أَقَامُوا”, “أَقِمْنَ” vb. kelimeler aslında aynı “ق م ” veya “قمم ” kök kelimesinin; değerlendirmek, saymak, değer vermek, bir görevi yerine getirmek, kabul edilebilir olmak, ölçmek, iyi bulunmak, durum tespiti, saymak ve fayda sağlamak, vb (yukarıda ayrıntılı olarak belirtilen) anlamlara gelen türevleridir.

Aslında, birçok Farsça kelime yazılım ve telaffuzda Arapça kelimelere benzer, ancak anlamları farklıdır. Örneğin, Arapça “حرام” ve “حرمت” kelimeleri Arapça “حلال” (yasal ve izin verilen) kelimesinin tam tersi olan “yasak”, “yasadışı” ve “izin verilmeyen” anlamına gelir. Aynı Farsça kelimeler “حرام ” ve “حرمت” “kutsal” ve “saygılı” anlamına gelir.

https://dsal.uchicago.edu/cgi-bin/app/hayyim_query.py?qs=%D8%AD%D8%B1%D9%85%D8%AA&matchtype=default

https://translate.glosbe.com/fa-tr

Aynı “حرام” ve “حرمت” kelimeleri aslında Kuran’ da “حرام”, yani yasak, izin verilmeyen ve haram olan bir şeyi ilan etmek için kullanılmıştır. Alimlerimiz ise çevirilerinde; bu Arapça     “حرام” kelimesine, fonetik olarak benzer Farsça “حرام haram” kelimesinin anlamını vererek değiştirip kutsal, mukaddes anlamı vermiştir. Aynı kelimeye; ölü, kan ve domuz خنزیر ile geldiği yerde ise Arapça anlamını koruyarak yasa dışı, izin verilmeyen olarak manâlandırmıştır.

Bu, Hz. Muhammed (as) adına, Kur’an tercümesini takip ettiklerini iddia eden alimlerin ve Kur’an tercümanlarının çifte standardının örneklerinden sadece bir tanesidir.

Aşağıdaki ayetlerde Allah (cc), Kuran’ın açık ve kolay anlaşılır olduğunu söylüyor. Alimlerimiz ise Kur’an’ın anlaşılmasının zor / müşkül olduğunu iddia ediyorlar! Bu ne yaman bir çelişkidir.

Bazı cahiller, Kur’an’ın zahiri sözlerinin her şey olmadığını ve Kur’an’ın sözlerinin altında yatan gizli manalara ulaşmadan Kur’an ‘ı anlamanın mümkün olmadığını iddia ederler. Bunlar Kur’an ‘ı kendi uydurdukları yöntemle öğretmek istedikleri için, Allah’ın Kur’an’ da bildirilen gerçek beyanlarını göz ardı ederek, Kur’an’ın mecazi bir dille indirildiğini iddia ederler.

وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِن مُّدَّكِرٍ  

Ve biz gerçekten Kur’an’ın anlaşılmasını ve hatırlanmasını kolaylaştırdık, öğüt alabilecek kimse var mı? (Kamer:32)

إِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

Aslında biz bunu (Kur’an’ı) sizin dilinizde kolaylaştırdık ki onlar hatırlayabilsinler / hatırlatabilsinler. (Duhan:58)

قُرآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ لَّعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ

Kur’an-ı Kerim hiçbir belirsizlik olmaksızın sade bir Arapçadır ki onlar doğru/mükemmel olsunlar. (Zümer:28)

وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَن يُفْتَرَى….

Ve bu Kur’an uydurma yalanlardan oluşmamıştır. (Yunus:37)

  • Oysaki Rabbimiz Kur’an’ ımızı öğretendir. عَلَّمَ الْقُرْآنَ (Rahman:2)
  • Ve kitabını her zaman tüm müminleri O’nun talimatları ve rahmeti konusunda eğitmek için açıklar. وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (Araf:52)
  • Ayrıca Allah Kur’an’ı bir araya getirmek ve okutmak bizim sorumluluğuzdur dedi.    إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ (Kıyamet:17)
  • Onu okuduğumuzda onu okumamızı takip edin.  فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ (Kıyamet:18)
  • Öyleyse onu açıklamak bizedir ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ (Kıyamet:19)

Ayrıca Kur’an tek başına din ile ilgili tüm doğru bilgileri ve bireyler için rehberlik veya talimatları içerir. Ancak çoğu insan, Allah’ın Kur’an’ dan başka bir kitaba uymamızı istemediği Kur’an hakkında pek bir şey bilmiyor.

  • مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (Kalem:36) Sizin neyiniz var, nasıl yargılıyorsunuz?
  • أَمْ لَكُمْ كِتَابٌ فِيهِ تَدْرُسُونَ (Kalem:37) Yoksa çalıştığınız bir kitabınız mı var?
  • إِنَّ لَكُمْ فِيهِ لَمَا تَخَيَّرُونَ (Kalem:38) İçinde ne bulmak istiyorsanız onu mu buluyorsunuz?

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere “يُقِيمُونَ” kelimesinin yerine getirmek, ayağa kalkmak, ayakta durmak, doğrultmak, düzeltmek, vb anlamlarını taşımamaktadır. Kelime; değer vermek, zirveye koymak, ilgi duymak, değerlendirmek, teşvik etmek, desteklemek, özen göstermek, bakmak, önem vermek, vurgulamak, optimize etmek, belirlemek, saymak, durum tespiti yapmak, bir görevi yerine getirmek, kabul edilebilir olmak, doğrulamak, vb anlamındadır. Ayrıca “يُقِيمُونَ” dilbilgisine göre geniş zaman edilgen bir fiildir.

  • الصَّـلَاةَ (Salat):

Salat kelimesi içerdiği anlam itibarı ile başlı başına ayrı incelenmesi gereken bir kavramdır. Burada sadece giriş mahiyetinde değinilecektir.

Arapça lisanında bağlantı, link anlamı “صلة” ibaresi ile ifade edilir. Salat; aynı zamanda bir kapının kanadı ve kasası arasında açma ve kapama hareketinin kusursuzca yapılabilmesi için hareketli kanat ve sabit kasa arasında ilişkiyi sağlayan “menteşe” olarak da bilinir.

https://www.dict.com/arapca-turkce/%D8%B5%D9%84%D8%A9

Bundan dolayı Arapça “صـلاة” kelimesinin temel anlamları; bağlantı, ilişki, bağ, ulaşma, erişim, takip etme veya itaat etme şeklindedir.

اتصال (ittesale) kelimesi, telefondan, bilgisayardan veya tabletten bir “arama” yapmak için halen Arapçada kullanılmaktadır. Arap kurumları, bürokratik ilişkiler kurmak ve diğer siyasi bölümlerle teması sürdürmek için “اتصال” (ittesale) kelimesini kullanmaktadır.                   Login (giriş yapma) ve Logon (oturum açma); internet bağlantıları kurmak, sunucuya bağlanmak, katılmak veya e-posta ve sosyal ağları (Facebook, Instagram, x gibi) ziyaret etmek için kullanılan, oldukça modern terimlerdir. Araplar, “Login” veya “Logon” için aynı اتصال (ittesale) kelimesini kullanır. Telefon numarası çevirme işlemine اتصال (ittesale) denir. Genel olarak, her türlü bağlantı Arapçada اتصال (ittesale) olarak adlandırılır.

https://ncmh.org.sa/view/10/2th

Eski zamanlardan beri Arap kültüründe “مصلی” (musalli) kelimesi, önde koşan atın ayak izlerini takip eden atı ifade eder. Aynı “مصلی” (musalli) kelimesinin tanımı, klasik ve modern Arap edebiyatında ve alimlerimizin eserlerinde de benzer şekilde kullanılır. Dolayısıyla “مصلی” (musalli) kelimesi birinin peşinden giden, gölgesi olacak gibi takip edendir. “صَــلَاةَ” kelimesi takip etmek anlamına gelen bir isimdir. “ال” belirlilik takısı ile de herhangi sıradan bir kişiyi değil, özel, benzersiz, eşsiz ve herkesçe bilinen birini takip etmek veya gölgesinden çıkmadan yakın takip etmek anlamını yüklenir.

“الصَّـلَاةَ” kavramının doğru anlamı, Rabbimizin ilettiklerini “takip etmek” ve bu iletilerin izdüşümünden asla çıkmamaktır. Dolayısıyla; Allah’ı takip etmek, talimatlarının çerçevesinin dışına asla çıkmamak, sevgili nebimiz Muhammed (sav) aracılığı ve örnekliğiyle bütün insanlığa verilen “الصَّـلَاةَ” tır. Aynı “الصَّـلَاةَ” daha önceki nebilere ve onların milletlerine de verilmiştir. Bunun işaretleri, önceki nebilerin toplumlarında hala bulunmaktadır.

Dolayısıyla “وَيُقِيمُونَ الصَّـلَاة” ifadesi doğru bir şekilde; Allah’a uymak için hareket edenlerin, ALLAH’ın ayetlerini takip ederek ve eylemleriyle ayetlere kıymet/değer vererek gerçekleştirmesidir.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

Ve onlar kendilerine temin ettiğimizden (sağladıklarımızdan) dağıtanlardır (yönlendirenlerdir).

  • “يُنفِقُونَ ” kelimesi, Arapça “نفق ” kök kelimesinin edilgen geniş zaman fiilidir. Dağıtmak, ödenek ayırmak, harcamak, tünel, kanal, yer altı kanalı, yönlendirmek, ödeme yapmak vb anlamlarına gelir.

نفق – ويكيبيديا (wikipedia.org)

https://www.arabdict.com/ar/turkish-arabic/%D9%86%D9%81%D9%82

هذا ما لا تعرفه عن أعداد وأطوال أنفاق مكة المكرمة (sabq.org)

Bu nedenle, diş köklerinde bulunan kanallar Arapça نَفَقُ الجَذْر olarak adlandırılır.

Aynı şekilde, tıp biliminde “النَّفَق” kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır.

  • “نفق” kelimesini senede bir defa veya yıllık ödeme olarak anlamlandırmak yanlıştır.  Aslında “نفق” kelimesi, Kur’an’ımızda belirtilen (صلاۃ) ile yakından bağlantılı ve ilişkili olan (زکوۃ) kelimesi için kullanılan başka bir kelimedir

Kur’an’ımızda geçen (نفق ve ینفقون) gibi kelimeleri Farsça”نفاق ” kelimesinden türeterek anlamlandırıldığından; bölme, çekişme, ayrılma ve kesme anlamında alınmış ve orijinal Arapça anlamı ile arasında derin bir fark oluşturulmuştur.

https://www.farsidictionary.net/index.php?q=%D9%86%D9%81%D8%A7%D9%82

Rabbimizin bize ikramı olan Kur’an’ımıza göre zekât, geleneksel olarak kült haline getirilmiş, %2,5 olarak belirtilen bir ödeme olmayıp, aksine (رزق) rızık veya geçim kaynağımızdan düzenli bir dağıtım (نفق) veya ödeme kanalıdır. Ödeme veya verme sıklığı, kazanç sıklığı ile doğrudan orantılıdır. Günlük kazanç elde ediliyorsa günlük, haftalık kazanç elde ediliyorsa haftalık, aylık kazanç elde ediliyorsa aylık olarak (نفق) ödenir.

https://www.comcec.org/tr/yoksullugun-azaltilmasi

İslam İş birliği Teşkilatı (İİT) kuruluşlarından olan İSEDAK verileriyle, yoksulluk ile mücadele raporları incelenebilir.

(http://ebook.comcec.org/Home?k=MTEyOQ==&u=MTEwOQ==&lang=1)

Kur’an’ımızın وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ (Bakara:195) ayetinde أَنْفِقُو şeklinde gelen ibare, kanal veya tünelin aktarıcı niteliği ile kavrandığında, “وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ “i ayeti anlaşılır şekilde “Ve Allah’ın yolunda aktarın” olarak çevrilmelidir. Buradaki “نفق ” aynı zamanda bir yerden diğerine sürekli akışı sağlayan besleyici kanal olarak da kabul edilebilir.

Ancak gelenek bu can alıcı kavramı; tıpkı tünelin bir ucundan diğerine kesintisiz sürekli akışı sağlamak yerine, kesme, dilimleme veya bölme ile sadece bir kez yapılan eyleme dönüştürmüştür.

İslam ülkelerinde bugün, gelecek kaygısı olmadan insani yaşam haklarına sahip (ekonomi de dahil) bir düzenin olmadığı açıktır. Yüzyıllar önce proto komünist veya sosyalist olarak tanımlayabileceğimiz Mazdek’in önerdiği ve Şah 1. Kavad vasıtasıyla uygulanan, ortak mülkiyete dayalı yaşam da yüzyılımızda uygulanan sosyalist veya komünist sistemler gibi başarılı olamamıştır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mazdek%C3%A7ilik

Hristiyan alemi veya İncili kabul edenlerin; kutsal kitabın hilafına, ekonomik sistem olarak tümüyle inanıp sürdürdükleri kapitalizm, liberalizm gibi sistemlerin de insanlığa hizmet etme ve fayda üretme konumundan ne kadar uzak olduğu ortadadır.[5]

https://kutsalkitap.info.tr/?q=El%C3%A7.4:32

Oysaki Rabbimiz ayetinde;

وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ

Ve Allah yolunda yönlendirin / dağıtın / besleyin (Bakara:254)

 ve

أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ

Kendinize rızıklandırdıklarımızdan (sağladıklarımızdan) dağıtın / yönlendirin / besleyin (Bakara:219)

Buradaki besleme kavramı onlara yiyecek vs dağıtmak değil, kaynak olunması / oluşturmak anlamındadır.

Oysaki Allah (cc) yapmamız gerekeni açıkça bildirmiştir. Rabbimiz dağıtmanın, yönlendirmenin nasıl olacağını Bakara suresinin 219. ayetinde bize şöyle açıklar.

مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ

قُل        (Kul) kelimesi Türkçeye Kur’an kelimelerinin bağlamları dikkate alınmadan ve birlikte gelen bütünsel deyim sıfat-fiillerine dahi bakılmadan, Kur’an’da her geçtiği yerde körü körüne “söyle” anlamında çevrilmiştir.

قُل        (Kul) kelimesi Arapça “ قلل ” (Kaf Lam Lam) kök kelimesinden türetilmiştir. Aşağıda, altında, en aşağı, en az, farz etmek, düşünmek, gözünde canlandırmak, kabul etmek, ifade etmek, telaffuz etmek, açık seçik, anlaşılabilir, açığa çıkarmak, hafifletmek, azaltmak, açık seçik söylemek…

الْعَفْوَ     (El afve) kelimesi doğru anlaşıldığında, Kur’an-ı Kerim’deki “مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ ” ifadesi doğru bir şekilde tercüme edilebilir. Aslında Kur’an’ı anlamak zor değildir ancak anlam tahrifleriyle Kur’an’ın anlaşılmasının neredeyse imkânsız hale getirildiği açıktır.

https://www.etimolojiturkce.com/kelime/af

Arap hukuk sisteminde “قانون عفو ” (kanunu afvu) terimi ülkemizde de “af kanunu” veya “genel af” olarak kullanılmaktadır.

https://sozluk.gov.tr/?q=ba%C4%9Flam&aranan=

Arapçada lütuf anlamına gelen “عفو” (A’fu) kelimesi, başarı için gerekli olan belirlenmiş kriterlerin elde edilemediği, ancak hedefe ulaşmaya yakınlaşıldığında bir miktar “Lütuf (affetme)” verilerek muhatabın başarılı ilan edilmesini sağlamak içindir. Bu nedenle, Arapça “عفو” (A’fu) kelimesi, lütuf anlamına gelir. Başarısızlığı, eksikliği, kusuru, tutarsızlığı ve yetersizliği telafi etmek, dengelemek için kullanılır.

Günlük hayatta yabancı olunmayan kanaat notu uygulaması da bunun gibidir. Öğretmenlerin kanaat notu vererek öğrencisini bir üst sınıfa geçirmesi, öğrenciyi desteklemek içindir. “Bu nedenle, geniş bir bakış açısında Arapça veya Kur’anî bir kelime olan “عفو” (A’fu), ‘Hoşgörü’ olarak kullanılır. Bu, her şeyi dengeleyen, en merhametli olan Rabbimizin büyük bir ikramı olup; kusurlarımızı, başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi ve uyumsuzluklarımızı görmezden gelerek bizi hoşgörü ile karşılaması, affetmesidir.

Kur’an’ımızın 2:219 ayetinde geçen “الْعَفْوَ” (el Afve) kelimesi, doğru olarak, bilinen hoşgörü anlamına gelir.

Bu durumda; “قُلِ ” kelimesinin “الْعَفْوَ ” kelimesinden önce kullanılması ne anlam taşımaktadır?                              

“قُلِ ” kelimesi, ödeme miktarımızı (نفق ) tahammül seviyemizin altında tutmamızı veya  “يُنفِقُونَ ” miktarının kolayca katlanabileceğimizden daha düşük olmasını veya ihtiyaçlarımızı dengede tutarak sadece rahatlıkla karşılayabileceğimiz şeyi vermemizi teşvik eder.

Bu nedenle, Kur’an-ı Kerim 2:219 ayetindeki “مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ” sözleri bizi ‘kolayca katlanılabilenin altındakini dağıtmaya’ veya ‘uygun bir şekilde tahammül edilebilenin de altında vermeye’ çağırıyor ki bu aslında ‘kişinin taşıma, kaldırma gücünün altında veya aşağısında olandır’.

https://www.almaany.com/tr/dict/ar-tr/%D8%B9%D9%81%D9%88/?c=T%C3%BCm

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّـلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

Onlar ki aşırı (ezici delilikle / çılgınca) inanırlar ve ALLAH’ a uymak / izlemek / takip etmek için görevlerini yerine getirirler ve kendilerine verdiklerimizden dağıtırlar. (2:4)

Açıklamaya çalıştığımız üçüncü ayet inancımızın şu üç temel unsurunu ele alır.

  1. يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ
  2. وَيُقِيمُونَ الصَّـلَاة
  3. وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنف

Bir sonraki dördüncü ayette ise şu üç temel unsur, şüpheye yer bırakmayarak inanmak ve kabul etmek için gerekli kılınmıştır.

  1. وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ
  2. يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
  3. وَبِالآخِرَةِ

Ayet 2:4’teki “وَ”, iki ifadeyi veya uzun bir ifadenin iki cümlesini birbirine bağlayan devamlılık, süreklilik bağlacı (حرفِ ربط) olup, aynı bağlam içinde onları birbirinden ayrı tutar. Dolayısıyla, yalın haldeki özne zamiri “الَّذِينَ” ve “وَ” bağlacı, şahıs zamiri olarak kabul edilir ve bir fiilin öznesi olarak kullanılır. Sırasıyla önceki 2:2 ve 2:3 ayetlerinde özne olan “مُتَّقِيْن” (muttakiyn) ile aynıdır. 2.4 ayetinde bir sonraki kelime olan “يُؤْمِنُونَ, ikna olmak, güvenmek, inanmak, kabul etmek anlamlarına gelen şimdiki zaman edilgen fiilidir.

“بِمَا ” kelimesi ilgi zamiri “مآ”   +   “بِ” edatının birleşik bir ifadesidir.

Bu birleşik ifade:

  • “بِمَا”, kapsayan, dahil, içeren, başından sonuna, genel olarak, her türlü anlamına gelir.
  • “أُنزِلَ ”  İndirilen 
  • “إِلَيْكَ ” kelimesi (“doğru, -e, -a, -de, -da, -e ka dar, -e dek, üzerine, boyunca, içinden”)
  • “إِلَيْ ” edatı ve (senin) “كَ” zamirinin birleşmesinden “كَ + إِلَيْ” oluşur ve senin veya senin üzerine anlamını ifade eder.

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ

Ve sana indirilene / senin üzerine indirilene tümüyle inanlar

Aynı ayetin bir sonraki cümlesi olan 2:4 “وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ” yine “وَ” bağlacı ile başlayarak bu cümleyi önceki cümle ile ilişkilendirir, ancak aynı zamanda onları aynı bağlam aynı içerikte ama ayrı tutar.

  • “مَا ” kelimesi izafet zamiridir (اسم موصول), “أُنزِلَ” ise vahiy yolu ile iletilen.
  • “مِن ” edatı …den/…dan, …nin, …nın, …nun anlamı taşır.
  • “قَبْلِكَ ” kelimesi قَبْلِ كَ + kelimelerinin birleşiminden oluşur. “كَ” senin + قَبْلِ önce
  • وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ   seninkinden önce indirilene

Aynı ayet 2:4’ün son cümlesi “وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ” de daha önce gördüğümüz gibi aynı şekilde “وَ” bağlacı ile başlar ve bu cümleyi önceki tüm konuşma cümlelerinin bağlamı ve içeriğiyle ilişkilendirir.

  • “بِالآخِرَةِ” ile gelen “بِ” ön eki şu anlama gelen bir edattır: ile, … tarafından, … içeren, …dahil, …aracılığıyla, …yoluyla.
  • Belirli isim الآخِرَةِ (el ahireti); sonraki, diğer, yaklaşan ve gelecekte anlamlarına gelir.

Belirli isim “الآخِرَةِ”nin sonundaki iyelik zamiri “ةِ” açıkça bu ayetin başlangıcından beri cümlelerinde belirtilen indirilen (أُنزِلَ) anlamına gelir. Belirlilik takısı “ال” ile tanımlanan “الآخِرَةِ” kelimesi de daha önce bilinen ve bahsedilen, vahiy yoluyla indirileni ifade eder.

  • Bir sonraki kelime olan üçüncü şahıs çoğul nesne zamiri “هُمْ”, onlar/onların anlamına gelir. Edilgen çatıda şimdiki geniş zaman fiili olan “يُوقِنُونَ” tarafından ikna edilmiş, güvenle kabul edilmiş, güven duymak, hiç şüphesiz tartışılmaz kabul etmek, kesinlikle inanmak, ölümüne emin olmak, sorgulanamaz ve kesinlikle kabul edilmiş anlamlarına gelir.

Bu nedenle, 2:4 ayetindeki “وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ” cümlesi “ve bir sonraki onlar tarafından güvenle, tartışmasız, kesinlikle kabul edildi” anlamını ifade eder.

“Geç kaldığınız için önceki treni kaçırdınız, bu tren dolu ve bir sonraki bu istasyonda durmuyor.” Cümlesini okuduğumuzda “bir sonraki” ile ne kastedildiği sorusunu kendimize soracak olursak, yukarıda belirtilen örnek cümlede “tren” önceki cümlelerde bahsedilmişti ve kendi anlamı dışında “bir sonraki” kelimesi de bu cümlenin bağlamında bahsi geçen “tren”i ifade eder.

”الآخِرَةِ” kelimesini, 2:4 ayetindeki Arapça metinde indirilen bağlamını yukarıda bahsedilen örnek cümledeki tren konusunun bağlamında olduğu gibi aynı dilbilgisi kuralı ve aynı mantıkla anlıyoruz.

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Ve onlar ki, sana indirilene, seninkinden önceki indirilene ve bir sonraki indirilene tam olarak inanırlar ve güvenle kabul ederler.

Ve onlar, sana vahiy ile indirilene, seninkinden önce ve sonraki indirilenler de dahil olmak üzere, kendileri tarafından güvenle kabul edilen vahiylere tamamen inanırlar

Yukarıda Bakara Suresi’nin 2:4 ayetinde kâmil bir mümin olabilmek için üç unsurun gerekli olduğu vurgulanmıştır.

  1. Hz. Muhammed (as) e gelen vahiylerin tamamına inanmak ve kabul etmek
  2. Hz. Muhammed (as) den önceki vahiylerin tümüne inanmak ve kabul etmek
  3. Gelecek vahiylere hiçbir şüphe duymadan inanmak ve kabul etmek.

Yukarıdaki 2:4 ayetindeki bir sonraki indirilene / vahiy ile gelene inanmanın ve kabul etmenin Muhammed (as)i merkeze alarak çözüm arayan zihinler için kabulünün zor olduğunu anlıyoruz. Oysaki ayet Kur’an’ımızın “nebileri birbirinden ayırmayız” ifadesiyle de uyumludur ve böyle de olmak zorundadır.

(Şuara 196)

وَاِنَّهُ لَف۪ي زُبُرِ الْاَوَّل۪ينَ

O, şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardı

“Kur’an” kelimesi, ” قَرَنَ ” (karana) fiilinin ism-i faili olup ” قَرَنَ ” (krn) kökünden türemiştir ve “birleştirmek, eşleştirmek, bağlamak” anlamlarına gelir. Dolayısıyla, ism-i fail veya fail olan “Kur’an” (قرآن), bir birleştiricidir; bizi Allah ile birleştirdiği gibi, ana hedefi olan ” صلاۃ ” (Salat) ile de insanları birbirine bağlar. Salat da biz Allah’ın emirlerine uyarak O’na bağlanırken, aynı zamanda Allah’ın aynı emri doğrultusunda diğer insanlarla da birleşiriz. Bu nedenle, Kur’an’ da bahsedilen Allah’ın indirdikleri (vahiyleri ile ilettikleri) arasında gerçekte hiçbir fark yoktur.

قُولُواْ آمَنَّا بِاللّهِ وَمَآ أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأَسْبَاطِ وَمَا  أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِن رَّبِّهِمْ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Onlar “ itaatimiz / boyu eğmemiz ALLAH ile ve bize indirilene ve İbrahim’e, İsmail’ e, İshak’ a, Yakup’ a, en iyi  bireylere (nesillere) indirilene, Musa’ ya ve İsa’ ya getirilenlere (ulaştırılanlara) ve Rab’leri tarafından sunulana / bildirilene / verilene / gönderilene’dir, biz onların hiçbiri arasında ayrım yapmayız ve biz O’ na teslim olanlarız / O’ nu kabul edenleriz ” dediler.

Bu, kadim çok tanrıcı pagan atalarının soyundan gelen putperestler tarafından bilerek ve kasıtlı olarak İslam’ a sokulan mevcut yanlış inancımıza karşı Kur’an’ın kelimeleri ışığında anlamamız ve kabul etmemiz gereken gerçektir.

Karanlık çağlarının çok tanrılı tarihlerini biliyorlardı, ALLAH zaman zaman vahiy ile onların çok tanrılı putperest dinlerini yok eder ve doğruyu arayanları, Allah’ın tüm insanlık için tasarladığı tüzüğü olan yola yönlendirir.

Eski çok tanrılı putperestlerin liderleri, ALLAH’ın vahiylerini her zaman putperest uygulamalarına karşı bir tehdit olarak gördüler. Bu nedenle, İncil ve Kuran’ın vahyinden çok önce bile, putperestliklerini Rabbimizin vahiylerinden korumak için sürekli hareket ediyorlardı.

Çok tanrıcılar (politeistler), putperestler, paganlar ne Hristiyan ne de Yahudi idiler, Kur’an onlara “Kitap Ehli” demedi. Ancak onlar çok tanrılı putperest uygulamalarını korumak için Hz. İbrahim (as)’ın soyundan geldiklerini ve ALLAH’a gerçek inananlar olduklarını iddia ederek sahte bir oyun sergilediler. 

Sevgili nebimiz Muhammed’in (s.a.v.) vefatı sonrasında Arap putperestleri, Yahudiler ve Zerdüşt, Maniheist çok tanrıcıların ittifakı iktidara geldiğinde, karanlık dinlerini İslam’ın koruyucu bayrağı altında sürdürmek için dinlerini ritüelleri ile İslam’ a yamadılar.

2:4 ayetindeki “الآخِرَةِ” (bir sonraki) kelimesinin kullanımını doğru anlayamayışımızın nedeni; diğer tüm insanlar gibi bizim de “vahiy”in Kur’an’dan sonra gelemeyeceğine ve ALLAH’ın artık dünyaya “vahiy” göndermeyi durdurduğuna ve “vahiy” kapısının sonsuza dek kapandığına dair, yanlış bir anlayışa saplanmamızdır.

وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

Ayetimizin Arapça metnine dikkat edilirse, 3 cümlecikten oluştuğu görülür

  1. وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
  2. وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ
  3. وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

İlk iki cümlede üstünlük sıfatı (ismi tafdil), emir kipi veya isim fiil veya karşılaştırma ismi olarak da bilinen “أُنزِلَ” kelimesi kullanılarak Rabbimizin indirdiğinin ifade edildiği açıkça görülür.                           

Buna karşın, aynı ayetimizin üçüncü cümlesinin bitiş ifadesinde, tüm lisanların ortak dilbilgisi kurallarına uygun olarak “أُنزِلَ” (indirilen) kelimesi “بِالآخِرَةِ” ifadesiyle tekrarı gereksiz olduğu için “بِالآخِرَةِ” (ahiret) kelimesi, “أُنزِلَ” (indirilen) kelimesi olmaksızın kullanılmıştır.

Bu nedenle, kapanış cümlesinde “أُنزِلَ” (indirilen) kelimesini tekrarlamak yerine, “الآخِرَةِ” kelimesine sınırlayıcı edat olan “بِ” (bi) eklenmiş, “الآخِرَةِ” yani “sonraki” kelimesi, bağlaç harfi “وَ” (حرف ربط)  ile kullanılmış ve “الآخِرَةِ” (sonraki) kelimesi (zaten bilinen ya da önceden bahsedilen konular için kullanılan) belirlilik takısı “ال” ile gelmiştir.

Dolasıyla sadece sınırlayıcı edat “بِ” ve bağlayıcı “وَ ” harfinin kullanılması “الآخِرَةِ ” (ahiret) kelimesinin önceki “أُنزِلَ ” (indirilen) ile güçlü bir bağ ve ilişki kurmasıyla yeterli kalmıyor, aynı zamanda “ال ” (el) belirlilik ekiyle gelen “الآخِرَةِ ” (ahiret) kelimesi, önceki cümlelerde tartışılan ve ayetimizin (2:4) bağlamında da yer alan “أُنزِلَ ” (indirilen) kelimesine de atıfta bulunuyor.

Arapçada “ال ” (el) takısı sadece bağlamda veya konu bütünlüğünde zaten önceden bilinen, daha önce tartışılan veya sözü edilen veya not edilenlere atıfta bulunmakla kalmaz; aynı zamanda evrensel gerçeklerle ve iyi bilinen ya da ünlü isimleri de ifade eder.

Bu nedenle, Kur’an-ı Kerim’in 2:4 ayetinin üçüncü cümlesinde geçen “وَبِالآخِرَةِ” ifadesindeki “الآخِرَةِ ” (el-ahiret) kelimesi, bağlam dışında “Kıyamet Günü” veya “Hesap Günü” anlamında alınamaz. Kıyamet Günü veya Hesap Günü gibi kavramlar, bu bağlamda ve 2:24 ayeti de dahil olmak üzere, öncesinde ve sonrasında hiçbir ayette bahsedilmemiş ya da tartışılmamıştır.

Bakara Suresi’nin 2:4 ayetinin öncesi ve sonrasındaki ayetlere bakıldığında, 2:2 ayeti içinde “هُدًى” (doğru yol gösterme) ifadesinin geçtiği “الْكِتَابُ” (Kitap) zikrediliyor ve şüphesiz ki bu Allah’ın bir vahyi ile ilettiği / açıkladığıdır. Yine, ilk ayet olan, 2:1 ayetindeki “الم ” ifadesi, “ذَلِكَ ” işaret edatıyla belirtilmiş ve tanımlanmış kendisi, başlı başına bir vahiy (açıklama) koleksiyonudur. Bu koleksiyon (الم), içerisinde şüphe olmayan (لاَ رَيْبَ فِيهِ) Kitap’ ta (الْكِتَاب) derlenmiştir.

Bu yüzden 2:1 ve 2:2 ayetlerinin, ALLAH’ın “indirdiğinden” söz ettiği açıkça görülmektedir.

Bir sonraki 2:3 ayeti, “يُنفِقُونَ ” cümlesinde geçen “نفق ” (nafaka) ve “الصَّـلَاةَ ” kelimeleri ile ifade edilen vahiy ile indirilen / açıklananın zorunlu bileşenlerinin pratik olarak uygulanmasını vurgular ve indirileni delice coşkuyla, çılgınlıkla kabul eden ve inananlar, (الصَّـلَاةَ) ve Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan başkalarına (يُنفِقُونَ) vermek gibi ALLAH a itaat etmek için vahiy ile ilettiği/indirdiği belirli talimatların etkinliğini doğru bir şekilde belirlerler. Dolayısıyla, 2:3 ayetinde yukarıda açıklanan talimatların veya yönlendirmelerin ALLAH’ın vahiy ile ilettiği/indirdiği olduğunda şüphe yoktur.

Bir sonraki 2:4 ayetimizde önceki 2:1, 2:2 ve 2:3 ayetlerinde belirtilen kitap, doğru yol, talimat, hidayet, rehberliği kapsayan ve içeren “أُنزِلَ ” kelimesinin “vahiy” için özel bir terim olarak kullanıldığı görülmektedir.

Kur’an’ımızın bir şeyi açıklamak için oldukça basit ve sade kelimeler kullanması ardından onun özel ismini kullanması ve örneğin “يُنفِقُونَ ” (yunfikune) ifadesini, infak edenler yani ödeyen, dağıtan ve harcayanlar için kullanması gibi yöntemi olduğu görülüyor. Kur’an’ımızın mesajını anlamada herhangi bir karışıklığı ortadan kaldırmak için, şeyleri belirli özel isimleri ile tanımlamaya başlaması O’nun eşsiz ve benzersiz üslubudur.

Bu nedenle, Bakara Suresi’nin ilk ayetinden itibaren bahsedilen aynı “vahiyle açıklanan”, 2:4 ayetinde “أُنزِلَ ” kelimesi ile ifade edilmiş ve 2:5 ayetinde “هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ ” Rablerinin talimatı, (Rablerinin rehberliği, Rablerinin yönlendirmesi) ifadesiyle daha da pekiştirilmiştir.

Yani Kur’an’ımız; 2:1, 2:2, 2:3 ve 2:4 ayetlerinde zikredilen ‘külliyat’ (الم), ‘kitap’ (الْكِتَابُ), içerisinde hiçbir şüphe olmayan yol gösterici, talimat, yönlendirme (لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى), ‘indirilen’ (أُنزِلَ) ve aynı bağlamda gelen 2:5 ayetinde bahsedilen talimatların, Rabbimiz olan ALLAH tan olduğunu anlaşılır kılmak için kolaylaştırır ve kristal berraklığında tutar.

Bu nedenle, 2:5 ayetindeki “هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ ” ifadesi ışığında, “أُنزِلَ” kelimesi “ALLAH’ın vahiy ile indirerek açıkladığı” anlamına geldiği şeklinde olarak alınır. Çünkü Allah bizim “Rabbimiz” (رَّب), hayatımızı sürdüren, öğreten ve rızık verenimizdir. Aynı şekilde, 2:5 ayetindeki ” هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ ” ifadesi ışığında, 2:2 ayetinde bahsedilen “Kitap” (الْكِتَابُ) sıradan bir kitap değil, ALLAH’ın Kitabıdır.

Gerçi “رَّبِ ” (Rab) Rab ya da ALLAH kelimesi “الْكِتَابُ ” (Kitap) ile, ” هُدًى ” (talimat / yönlendirme) ile ya da “أُنزِلَ ” (indirilen) kelimesiyle birlikte geçmese de tüm bu ayetlerin bağlamında, talimatın veya yönlendirmenin Rabbimizden (öğreten, rızık verenden) geldiği (هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ) açıklandığında, bu açıklamayı / indirmeyi (أُنزِلَ) ALLAH’ın vahyi ya da ALLAH’ tan gelen vahiy olarak kabul etmekten başka bir yol yoktur.

2:4 ayetindeki “وَبِالآخِرَةِ” (ve bil ahireti) ifadesinde geçen “اَلآخِرَةِ” (el ahira) kelimesinin kullanımını ve doğru anlamını belirlemek için Bakara Suresi’ndeki tüm bu ayetlerin bağlamını takip etmek şarttır.

Yukarıda yapılan tüm dilbilgisi açıklamalarına rağmen, Kur’an’î bir kelime olan “الآخِرَةِ” (el ahiret) kelimesini belirlenmiş bir ismi (اسم معرفه) olduğunu düşünenler, anlamını bağlam dışı olarak “Ahiret”, “Kıyamet Günü” veya “Son Yargı Günü” olarak alanlar kesinlikle yanılıyorlar! Bunun nedeni, yazılımı ve fonetiği aynı anlamı ise farklı olan “آخرت” (ahiret) kelimesinin, Farsça “Kıyamet Günü / Hesap Günü / Son Yargı Günü” anlamının, kelimenin Arapça manasının yerine kullanılmasıdır.

https://dsal.uchicago.edu/cgi-bin/app/hayyim_query.py?qs=%D8%A2%D8%AE%D8%B1%D8%AA&matchtype=default

Oysa Arapça veya Kur’an’î bir kelime olan “اخر ” (ahir) ya da onun belirli ismi “الآخِرَةِ ” (el ahiret); Arap dili tarihinde veya Kur’an’da asla “Hesap Günü” ya da “Kıyamet Günü” veya “Son Yargı Günü” anlamında kullanılmamıştır!

Kur’an’daki “الآخِرَةِ ” (el ahiret) kelimesinin kök sözcüğü olan “أخر ” (ahir) kelimesinin Arapça doğru kullanımı, Kur’an’ da ve Arap dilinde şu anlamlara gelir: Sonraki, öte, ertelenmiş, nihai, daha sonraya bırakılmış, bekletilmiş, gecikmiş, sona ait, en sondaki, son gelen, takip eden, geç gelen, en son, dayanıklı, en son sırada, terminal, son uç, dayanmak, tahammül etmek, sürmek vb.

https://www.almaany.com/tr/dict/ar-tr/%D8%A8%D8%A7%D9%84%D8%A2%D8%AE%D8%B1%D8%A9

Arapça اخر kelimesi; “dayanmak, tahammül etmek, sürmek, sürüp gitmek, kesilmemek, devam etmek” anlamına gelen Arapça دام kelimesinin ve aynı zamanda “devam etmek, süregelmek, ısrar etmek” anlamına gelen Arapça استمر kelimesinin eş anlamlısıdır.

دام ve استمر Arapça kelimeleri; süren, devam eden, en son olan anlamına gelen “اخر ” kelimesinin yanı sıra “تابع ” kelimesinin de eş anlamlısıdır.

Bu nedenle, Arapça “اخر ” kelimesi aynı zamanda bir şeyi takip eden veya bir sonraki gelen ancak devam eden, asla bitmeyen, kalıcı ve sürekli olan ve bir şeyin sonunda ve başlangıcında buluşarak asla bitmeyen, uzun tam ve sürekli döngü oluşturan, dönüş, dolaşım veya devridaimi ima eder.

Bu nedenle, Arapça sözlüklerde ve Arapça çevirilerde “اخر ” kelimesine baktığımızda, bu kelimenin anlamları ve eş anlamlıları arasında “ulaşmak, buluşmak, bağlamak, bitiştirmek, eriştirmek” anlamına gelen “وصل” kelimesini de görebiliriz. Vasl (وصل) kelimesi, اخر kelimesinin, bir şeyin sonu ile başlangıcının buluştuğu sürekli bir döngüyü ifade etme özelliğini vurgular.

Arapça veya Kur’an’daki “اخر ” kelimesi ve türevleri doğru bir şekilde; bir noktanın sonrasında veya ötesinde veya arkasında, her iki ucun sonunda birleşerek döngü veya kesintisiz sürekli çevrim oluşturduğu noktaya kadaranlamına gelir. Kur’an aynı şekilde durmayan sürekli devam eden bir döngüyü Arapça “اخر ” kelimesi ve türevleriyle açıklar ki bu bir şeyin sona ermesini ve bittiği aynı noktadan başlaması veya yeniden başlaması anlamına gelir. Bu nedenle Kur’an, ölümden sonraki hayatla ilgili ayetlerde Arapça “اخر ” kelimesinin türevlerini kullanır. Çünkü ölüm, hayatın bir evresinin sona erdiği noktadır ve ötesine geçtiği bu noktadan sonra yeni ya da sonraki bir yaşam evresi başlar. Bu hayatın şekil değiştirmesi demektir. Ancak sınav için öğrenilmiş ve ezberlenmiş “enerji” asla yok olmaz. Sadece şeklini değiştirir, bir biçimden diğerine dönüşür.

Enerjinin şekil ve biçiminin birinden diğerine dönüşmesine dair pek çok örnek bulunur. Örneğin, su mekanik ya da elektrik enerjisi kullanarak yüksek bir yere taşındığında, kinetik enerji depolar ve aşağı döküldüğünde bu enerji mekanik enerjiye dönüşür. Yerçekimi etkisiyle hızı da artar ve basınçla akar. Basınç bir türbinin döndürülmesi için kullanıldığında mekanik enerji elektrik enerjisine dönüşür. Bu basınç bir türbini döndürmek için kullanıldığında mekanik enerji elektrik enerjisine dönüşür. Elektrik enerjisi makineleri çalıştırmak için kullanıldığında tekrar mekanik enerjiye dönüşerek su taşıma, yük taşıma ya da herhangi bir nesneyi bir mesafeye veya yüksekliğe taşımak için kullanılan bu mekanik enerji ile kinetik enerjiye dönüşür.

Ayrıca, sert çarpışmalarda, çarpışan nesnelerin mekanik enerjisi, bileşen parçacıkların kinetik enerjisine dönüşür. Bileşen parçacıkların kinetik enerjisindeki bu artış, şeklini termal enerjiye dönüştüren bir sıcaklık artışı olarak algılanır ve termal enerji tekrar mekanik ve ardından termik santrallerde elektrik enerjisine aktarılır. Dolayısıyla, enerji asla ölmez veya yok edilemez. Sürekli çalışan bir enerji döngüsü asla sona ermez ve benzersiz işlevsel yeteneklerine ve belirli bir alandaki kullanımına veya belirlenmiş bir sektördeki veya aday gösterilen bir alandaki ihtiyacına göre şekillerini ve biçimlerini değiştirmeye devam ettirerek, durmaksızın bir döngüde çalışmaya devam eder. –

Fizik, enerji döngüsünün hiç bitmeyen bu evrensel gerçeği ortaya koyulduğunda, sorgusuz sualsiz kabul edilir. Ancak bu gerçek, Kur’ an tarafından söylendiğinde, inkarcı O’nu reddeder ve kabul etmemek için türlü mazeretler üretilir.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Enerjinin_korunumu

Fiziğin ötesinde, biyoloji ve tıp bilimlerini incelediğimizde vücudumuzun işlevlerini sürdürebilmesi için ‘enerji’ ye ihtiyaç olduğunu anlarız. Tüm bilimlerin ötesinde, Kur’an’ımız enerjinin bedeni canlı tutan hayat kaynağı olarak hizmet ettiğini söyler.

Kur’an-ı Kerim enerjiyi itici güç olarak tanımlar ve bu kelimeyi Arapça kökenli “جنن” kelimesinden türetir ve türevleri olan “جن“, “جنات“, “جنان“, جَنَّة” ve “جان” kelimelerini kullanır. Hayat, dürtü, rağbet, düşkünlük, istek, arzulama, itici veya sürücü güç, işlevsel enerji, gizli bir dürtü anlamlarına gelir…

Bu nedenle, Kur’an’da hayat; enerji, gizli dürtü, itici güç, istek, itme, güdü, uyarım, beyin dalgası, mesaj, iletişimci, içgüdü, itki, bir şeyi yapma arzusu, arzu, ilham, bir bedene kısaca etki eden bir güç ve belirli bir momentum değişikliği üreten, dürtü ile hareketi iletebilme yeteneği gibi kavramlarla anılır.                                                                       Yukarıda belirtilen enerjinin işlevsel anlamını fizik açısından yanı sıra biyoloji ile tıp bilimlerinde okuduklarımız bağlamında açıklamanın ötesinde, Kur’an’ımız bunu 51:56 ayetinde daha da açarak, hayatın ya da itici (hareket) gücün veya enerjinin bedene hizmet ettiğini açıklar. Beden ve onun hareket enerjisi; birbirlerine hizmet eden ve ALLAH’ın belirlediği çerçevede, ALLAH’a ve ALLAH’ın emirlerine itaat ederek beden ve ruhu bir arada tutarak belirlenen görevleri yerine getiren hizmetkarlar veya hizmet edenler olarak adlandırılır.

51:56 ayeti

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

Ve hareket enerjisini / dürtü gücünü ve kişileştirmeyi (şahıslandırma) hizmet etmeleri dışında yaratmadım

Bununla birlikte, Kur’an’ımız insandan, insanoğlundan veya insan soyundan bahsettiği her yerde, 4:28 “وَخُلِقَ الْإِنْسَانُ ” ayetinde bildirildiği gibi doğru ve eksiksiz “الْإِنْسَانُ” (el insan) kelimesini kullanır. Bu nedenle, Kur’an’ın insan, insanlık ya da insanoğlu kavramını ifade etmek için Arapçada hâlâ kullanılan “إِنْسَانُ” (insân) kelimesini haşa bildirmemesi söz konusu değildir. Aksine, Kur’an, Arapçada insan, insanlık ve insanoğlu için kullanılan kelimeyi ayırt ederek göstermiş ve “الْإِنْسَانُ ” (el insân) kelimesini yaklaşık 66 kez kullanmıştır.

Kur’an’ da emsalsiz güçlü bir gramer ve kusursuz kelime seçimleri söz konusudur. Ayrıca, Kur’an herhangi sıradan birinin, mırıldanarak eksik söylediği ve ani, bozuk, çarpık ifadelerle, hiçbir dilde kullanılmayan kelimelerle yazılmış bir metin değildir. Bir kişiye ya da insanlığa, saygılı şekilde, doğru unvanları olan “إِنْسَانُ” (İnsân) veya “الْإِنْسَانُ” (el insan) ile hitap etmek yerine, onları “الْإِنْس” (el ins) şeklinde çağırmak aşağılayıcı bir yaklaşım tarzıdır. Kur’an’dan böylesi tutarsızlıklar beklenemez. Kur’an, birine “الْإِنْسَانَ” (el insan) yerine “الْإِنْس” (el ins) gibi çarpıtılmış ya da alaycı bir isimle hitap edilmesini teşvik eden, bir kültürü asla desteklemez.

Şimdi, tüm Arap asıllılara, Arapça konuşan herkese, Arapça dilbilimcilerine, Arapça öğretmenlerine ve Kur’an tercümanlarına soruyoruz: Eğer “الْإِنْس” (el ins) kelimesi Arapça dilinde hiçbir yerde “إِنْسَانُ” (insân), yani insan, insanlık ya da insanoğlu anlamında kullanılmıyorsa, neden bu Kur’an kelimesi olan الْإِنْس (el ins), Kur’an’ın çevirilerinde tamamen yanlış bir şekilde “الْإِنْسَانَ” (el insan) olarak yorumlanıyor?..

İnsan, insanlık ve insanoğlu için Kur’an, uygun ve tanınmış bir kelime olan “الْإِنْسَانَ” (el insan) kelimesini Kur’an boyunca en az 66 kez kullanmıştır. Ancak dikkatle bakıldığında ne zaman; nazik duygulardan, nezaketten, kişileştirmeden, şekilden, bir çerçeveden veya somutlaştırmadan bahsedildiğinde ise “الْإِنْس” (el ins) kelimesi tercih edilmiştir.

Bu nedenle, Kur’an’da geçen “الْجِنَّ وَالْإِنسَ” ifadesi; ‘beden ve ruh’, ‘hareket ettirici güç ve somutlaşma’, ‘nezaket ve dürtüsellik’ gibi anlamları ifade etmek için kullanılır. Temelde “الْجِنَّ وَالْإِنسَ” (el cinne ve el ins), Kur’an’ ın oldukça ilginç bir şekilde açıkladığı iki zıt özelliktir ve insan davranışı, insan psikolojisi ve insan hayatı hakkında keşfedilmemiş pek çok bilgi sunar.

Ancak putperestler bu detayı, cinlerin (cinler) ya da görünmez varlıkların ve insanların yaratılışıyla ilgili pagan mitlerinin gölgesinde bırakarak bu eşsiz bilgi ve hikmet hazinesini gizlemişlerdir.

Kur’an ayetinin 2:4’teki kompozisyonunda görüldüğü gibi, indirilen kelimesinin başlangıç noktası, bir önceki ‘’وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ” cümlesindeki “قَبْلِكَ” ifadesinde قَبْل kelimesidir. İndirilen kelimesinin son noktası ise ayetin “وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ” kapanış cümlesindeki وَبِالآخِرَةِ dir. Bu ifadedeki “اَلآخِرَةِ” kelimesi, bizi sürekli ve kesintisiz bir döngüye sokuyor.

Kur’an hakkında hiçbir bilgisi olmayan tamamen önyargılı biri bile اَلآخِرَةِ (ahirati) kelimesinin قَبْل (kabl) kelimesinin tam zıttı olduğunu kolayca anlayabilir.

قَبْل > ilk; اَلآخِرَةِ > son;

Eğer قَبْل ilk, en önceki ya da en baştaki ‘indirilen’ anlamında kullanılmışsa bu, zıt anlamlısı olan ‘اَلآخِرَةِ’ kelimesinin ise kesinlikle son, en uzak, en son, nihai indirilen anlamında kullanıldığını gösterir.

قَبْل (ilk) ve اَلآخِرَةِ (son) kelimelerinin kullanılmış olması; vahyin en baştan sona, en öndeki vahiyden en sondaki vahye ve ilk vahiyden son vahye kadar kesintisiz, durmaksızın devam eden sürekliliğini/devamlılığı tasvir eder.

Kur’an’ımız 2:4 ayetinde “اَلآخِرَةِ” (ahirat) kelimesi yerine “بعد” (bad) kelimesini kullanmamıştır! Çünkü “بعد” (bad) kelimesi, bir noktadan diğer bir noktaya, örneğin A noktasından B noktasına kadar sınırlı olmayı gerektirir. Eğer Kur’an-ı Kerim’de 2:4 ayetinde geçen “اَلآخِرَةِ” (elahirati) kelimesi yerine “بعد” (bad) kelimesi kullanılsaydı, Kur’an’ ın bizi Kuran’ dan sonra sadece bir vahye daha inanmaya çağırdığı anlaşılırdı. Ancak Kur’an muhatabına, sonraki tüm vahiyleri kabul etmeyi telkin etmektedir. Burada sözü edilen vahiy, kişinin fıtratında var olan bilgiyi varlık aleminde olan, ancak açığa çıkmamış bilgi ile buluşturan vahiy olup, insanın ve beraberinde insanlığın kainattaki bulgular ile gelişiminin önünü açan bilgi akışıdır. (Vahiy, indirilen değildir. Vahiy indirilenin gönderilme metodunun adıdır. Bağlayıcı olansa o metot ile indirilen ve hiç unutulmaması hep hatırda olması gerekendir. Yani zikirdir.)  İşte bu yüzden Kur’an; “بعد” (bad) kelimesini değil “اَلآخِرَةِ” (el ahiret) kelimesini kullanır. Kur’an, birbirini takip eden sürekli bir döngüden bahseder. “اَلآخِرَةِ” (el ahiret) kelimesi, böyle bir mesajı ifade etmek için mükemmel bir seçimdir.

Ayrıca Kur’an’ımız “اَلآخِرَةِ” (el ahiret) kelimesini:

  • 2:86 ayetinde “الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ ” (dünya hayatını ahirete tercih edenler);
  • 9:18 ayetinde “آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ” (Allah’a ve ahiret gününe inananlar);
  • 9:69 ayetinde “فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ ” (dünya ve ahirette);
  • 12:10 ayetinde “وَلَدَارُ الْآخِرَةِ ” (ahiret yurdu);
  • 13:34 ayetinde “وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ ” (ahiret azabı)

Benzeri ayetlerde de görüleceği üzere, bağlam içerisinde anlamı kesinleştiren kelimeler ile kullanmıştır. اَلآخِرَةِ (el ahirat) kelimesi tek başına “Ahiret, Kıyamet, Hesap Günü, dünyadaki belirlenmiş hayatın sonu” anlamında kullanılmamıştır. Kur’an’ımız da اخر (ahir) kök kelimesinin türevleri “الْحَيَاةَ الدُّنْيَا ، الدُّنْيَا ، دَارُ ، الْيَوْمِ ، عَذَابُ” gibi uygun kelimelerle ölümden sonraki hayatı; bağlamlarına göre “Dünya hayatının son günü”, “Ceza günü” veya “Hesap günü” olarak tasvir eder.

Ancak “اَلآخِرَةِ” (el ahiret) kelimesi, Kur’an’ın hiçbir ayetinde, ölümden sonraki hayat bağlamı olmaksızın, ölümden sonraki hayattan söz etmez.

Bu nedenle, Farsça “آخرت ” (ahiret) kelimesinin aksine, Arapça “اَلآخِرَةِ ” (el ahiret) kelimesi “ölümden sonraki hayat” anlamına gelmediğinden, Arapça veya Kur’an’daki “اَلآخِرَةِ ” (el ahirat) kelimesi kullanımlarının doğru anlamı için ayetlerin tertibine ve bağlamına bakılmalıdır.

أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

  • “أُوْلَـئِكَ” üçüncü şahıs çoğul özne zamiridir, onlar anlamına gelir.
  • “عَلَى” edat: Üzerine, üzerinde, üstüne, üstünde anlamındadır,
  • “هُدًى” İsim fiil, fiilimsi (bir fiilin isim gibi işlev gördüğü hâl): Yönlendirme, yönerge, talimat anlamındadır.
  • “مِّن” edat: …den, ….dan, ….nın anlamına gelir,
  • رَّبِّهِمْ kelimesi (هِمْ+رَّبِّ) bileşiminden oluşur:  “رَّبِّ”  Rab, “هِمْ” üçüncü çoğul şahıs zamiri: Onlar anlamındadır. رَّبِّهِمْ (هِمْ+رَّبِّ) Onların Rabbi anlamındadır.
  • “وَأُوْلَـئِكَ” ve onlar
  • “هُمُ” onlar; o kişiler
  • “الْمُفْلِحُونَ” başarılı olanlar, gelişenler, ilerleyenler

Aslında فلح kelimesinin anlamı, “bir canlı organizmanın, özellikle uygun bir çevrenin etkisiyle, sağlıklı veya güçlü bir şekilde büyümesi ve gelişmesidir.” Dolayısıyla, فلح doğru bir şekilde; gelişme, büyüme, toprak işleme ve tarım anlamına gelir. Bu nedenle, “الْمُفْلِحُونَ” (el muflihûn) “daha fazla büyüme, daha fazla gelişme, daha fazla toprak işleme ve daha fazla tarımın” öznesi olanlardır.

أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Onlar, daha fazla gelişmek için bölünen, ayrılan, yontulan veya yarılanlardır. Kurtuluşlarından sonra daha yüksek bir başarıya ilerlerler.

Onlar, daha fazla gelişme için bölünmüş, ayrışmış, serpilmiş, paylaşmış olanlardır ve başarılı kurtuluşlarının ardından daha yüksek bir boyuta doğru ilerlerler.

Arap dilinde “هُدًى” (hudá) kelimesi hiçbir zaman ‘rehberlik, doğru yol, vb’ anlamında kullanılmamıştır, ancak genel olarak Kur’an’ ın tercümelerinde Kur’an’ da “هُدًى” (hudá) kelimesi “rehberlik, doğru yolu gösterme” anlamında kullanılır. Bu durum, Maniheist düşünce etkisi altında kalmış İslam âlimlerinin Kur’an’ı tercüme ederken, Kur’an’daki “هُدًى” (hudâ) kelimesini Farsça “ھدایت” (hidayet) kelimesiyle ilişkilendirip “rehberlik” anlamında çevirmelerinden kaynaklanmaktadır.

Arapça “هُدًى” (hudâ) kelimesi “talimat” ve “istikamet” anlamına gelir ki burada istikamet, hedefe ulaşmak için belirlenmiş bir usul, yol veya doğru yöntemdir.

https://glosbe.com/fa/tr/%D9%87%D8%AF%D8%A7%D9%8A%D8%AA

https://dsal.uchicago.edu/cgi-bin/app/steingass_query.py?qs=%D9%87%D8%AF%D8%A7%D9%8A%D8%A9&matchtype=default

Kur’an’ımızdaki هُدًى (hudâ) kelimesi, “yön, istikamet” anlamına gelecek şekilde doğru tercüme edilirse, Kur’an’daki uygun kullanımını tasvir eder ve أنبَت (canlı organizmanın çimlenmesi veya doğumu) ilk aşamasından başlayarak insan şekline ve daha da gelişmenin ileri boyutuna kadar büyüme dahil yaşamın tüm aşamalarının gelişiminin “yönünü” ifade eder. Bu başarıya ulaşanlara da الْمُفْلِحُونَ (el muflihun); işlenmiş, seviyeli, gelişmiş, ilerlemiş, vb denir.

هُدًى (hudá), büyümemiz, kalkınmamız ve gelişmemiz için üzerinde yürümek zorunda olunan, Allah’ın belirlediği ve sabit olan istikameti, yönü belirtir. Herhangi bir rehberliği takip edip etmemek isteğe bağlıdır. Ancak istikamet veya yön farklıdır. Belirlenmiş hedefe ulaşmak içinse verilen yolu veya istikameti takip etmekten başka seçenek yoktur. Bu, bir mahkeme kararında saygıdeğer bir hâkim tarafından bir yön belirlenmesine ya da hükümet veya yetkili bir otorite tarafından verilen talimatlar doğrultusunda belirlenmiş bir yönde hareket edilmesine benzer.

أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Onlar, Rablerinin talimatı üzerindedirler ve onlar iyiye giden (gelişenler, ilerleyenler) başarılı olanlardır.

2:5 ayeti, indirilenlere inanan ve onları her durumda kabul edenleri ortaya çıkarır. Ayette geçen ‘أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ ifadeleri, din gözlüğünü bir kenara bırakıp bakıldığında rahatlıkla anlaşılabilecek iki ifade cümlesinden oluşmaktadır.  Bu ayeti ve geleneksel çevirilerini pek çok kez okumuş, ancak ayetin Arapça metninde söylenenleri ciddiye almamış olabilirsiniz. Bunun nedeni, Kur’an’ın çok sayıda diğer ayetleri gibi bu ayetin de hiçbir zaman, insanlara fayda sağlamak amacıyla indirildiği bağlamda çevrilmemiş olmasıdır.

Söz konusu ayetin mesajı, sahte tefsir ve yanlış çevirilerde kurnazca ahirete yönlendirilmiştir. Oysaki; 2:5 ayetinin kapanış ifadesi olan ‘وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ kısmında, ‘başarılı olacaklar’ ya da ‘kurtuluşa erecekler’ şeklinde uydurulan anlamı ve gelecek zamanı ifade eden ‘olacaklar’ anlamına gelen bir ifade nerede vardır?

“2:5 ayetindeki ‘وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ ifadelerinin gelecek zamanla çevrilmesinin tek nedeni, bu ayetin mesajını hesap gününe (yargılama gününe) yönlendirerek, bir önceki ayet olan 2:4’teki ‘وَبِالآخِرَةِ’ ifadesinin yanlış bir şekilde hesap günü anlamında çevrilmesiyle yapılan çarpıtmadır. Her ne kadar ‘وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ ifadesi bazı çevirilerde ‘onlar başarılı olanlardır’ gibi şimdiki zaman olarak çevrilmiş olsa da bu çevirilerin cümle kuruluşu ve tefsirleri okuyucuyu, tekrar hesap günü konusuna yönlendirmektedir. Oysa الْمُفْلِحُونَ kelimesi, الفلاح (el felah) başarı, ilerleme elde etmiş veya الفلاح durumuna ulaşmış olanları (هُمُ) ifade eder.

  • “الْمُفْلِحُونَ” (el muflihun) ilerleme kaydetmiş, gelişim sağlamış ve başarıya ulaşmış olanları tanımlayan üçüncü çoğul şahıs sıfat ismidir.

Bu nedenle, anlam bilimi ve gramer açısından, teknik olarak, ‘هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ (humul muflihun) ifadesi geçmiş zaman cümlesidir. Anlamı geleceğe, özellikle de henüz çok uzak bir gelecekte gerçekleşmesi beklenen hesap gününe taşımak mümkün değildir.

الْمُفْلِحُونَ kelimesi, Arapça ‘فلح’ kökünden türemiştir ve daha fazla ilerleme veya gelişme için bir kesim noktasını ifade eder. Dolayısıyla hesap günü veya mahşer günü gelecekte gerçekleşecekken; geçmiş zaman olan ‘هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ ifadesi bize, hâlihazırda gelişmiş, başarıyla ilerlemiş, ilerleme sağlamış veya zaten yükselmiş olanlardan bahsetmektedir.

Kur’an’ın yazarı Allah’ımız eğer gelecekte gerçekleşecek bir şeyden bahsetmek istemiş olsaydı, gelecekle ilgili bir cümle yapısı kullanırdı. Ancak o, ‘هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ gibi geçmiş zaman cümlesini tercih etmiştir.

2:5 ayetinin kapanış kısmında yer alan ‘وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ’ ifadesi, gramer yapısına göre ilerleme kaydetmiş, gelişmiş ve başarı elde etmiş belirli kişileri tanımlamaktadır. Başındaki bağlaç olan ‘و ‘, bu ifadeyi aynı ayetin bir önceki kısmında yer alan ‘أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ’ cümlesiyle ilişkilendirmek ve devamlılığı sağlamak içindir. Bu önceki cümle, 2:4 ayetinde bahsedilen geçmiş, şimdiki ve gelecekteki vahiy ile indirileceklere inanıp kabul eden herkes için kullanılan üçüncü şahıs çoğul zamiri olan أُوْلَـئِكَ (onlar) ile başlamaktadır. Aynı zamanda, 2:5 ayetindeki ‘أُوْلَـئِكَ ‘ zamiri, vahiyleri kabul eden inananların, Rablerinin rehberliğinde olan kişiler olduğunu tanımlamaktadır.

2:5 ayeti, olması gereken bağlamına göre iki çok önemli evrensel gerçeği bildirir:

  1. “أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ” Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki indirilenleri kabul eden ve onlara inananların, Allah’ın istikameti üzerinde oldukları gerçeği. 
  2. “وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ” Bir önceki ayette belirtilenlerin ilerleme kaydetmiş (gelişmiş / ilerleme sağlamış, başarı elde etmiş) refaha ulaşacaklardan olacakları gerçeği.

Hiç şüphe yok ki Kur’an, toplumsal reform, karakter inşası ve insan zihninin gelişimi için kapsamlı Rabbimizin vahiydir. Bu kitap, vizyonumuzu genişletir, eleştirel düşünme yeteneğimizi artırır, hoşgörüyü, doğruluğu ve huzuru teşvik eder. Bizi hem kendimiz hem de başkaları için barışçıl, aktif ve faydalı bireyler haline getirir. Allah, yeryüzünde bizim için her şeyi yaratmıştır (2:29) ve Kur’an evrensel gerçekleri ortaya koyar, bilgi edinmeye, aklımızı kullanmaya, evreni keşfetmeye ve talimatları izleyerek hayatımızı kolay, mutlu ve sorunsuz bir şekilde yaşamaya teşvik eder. Kur’an, bizi tembelce oturmaya ve yeryüzünde gereksiz bir yük haline gelmeye değil, anlayışımızı kullanmaya ve hakikati tanımaya yönlendirir.

Bilinçleri, kavrayışları, algıları, içgörüleri, anlayışları, düşünceleri ve algısal süreçleri Rabbimizin talimatı, yönü ile örtüşen kişiler kim olurlarsa olsunlar, vahiy ile indirilen   kuralların muhatabıdır.

Bu indirilen kuralları (Allah ile yapılacak antlaşma), her kim okumak isterse, açıkça anlayabilsin ve hayatlarını kolaylaştırıp, geliştirmek için kullanabilsin diye doğrudan, anlaşılır ve basit kelimelerle yazılmıştır.

Ancak din, Kur’an’daki vahiy tanımını değiştirmiş ve onu nebîlik kavramının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Oysa Kur’an’ da tanımlanan vahiyler ve nebîler, dinlerin tasvir ettiği nebiler ve vahiylerden tamamen farklıdır. Tahrif edilmiş dinler, nebi figürlerini bir kişilik kültü yaratmak ve inananlarını tatmin etmek için kullanır ve onları az çok Tanrı ile aynı seviyeye getirir.

Oysa Kur’an, onları sık sık “عبد” yani ‘Allah’a hizmet eden’ veya hizmetkâr olarak adlandırır. Kur’an ayrıca onların (نبأ) işine göre meslek unvanı olan “نبی” kelimesini kullanır. Bu kelime, aynı Sami proto kökünden (ن ب ء) türetilmiş olan Aramice נְבִיָּא‎ (n’ḇiyyā) ve İbranice נְבִי‎ (n’ḇī) kelimeleriyle benzeşir. Rabbimizin kurallarını veya evrensel gerçeklerin bilgisini alan ve ileten kişiyi ifade eder. Aynı şekilde, Kur’an’a göre vahiy; iletişim, yönlendirme, talimat, aydınlanma veya basitçe herhangi bir konuda Rabbimizin açıklaması/yardımı anlamına gelir. Ancak dinler, vahyin gerçek amacını ve anlamını değiştirerek, onu karanlık çağlara ait ritüelleri, yapılması gereken emirler adı altında uygulamak için kullanmışlardır. Sadece oluşturulmuş dinlerin demir zincirlerini kırıp Rabbimizin indirdiğine/açıklamalarına uyanlar “الْمُفْلِحُونَ” (başarıya ulaşanlar, gelişenler) olmuşlardır. Onlar, vahiy yoluyla indirilenleri doğru bir şekilde anlayıp, indirilenlerin/açıklananların her zaman geçerli olan verimliliğini pratikte kullanan ve kendilerini geliştiren kişilerdir.

Kur’an, tüm insanlığa Rabbimizin vahiylerini içselleştirip hayata geçirmelerini ve böylece yaşamlarını güzelleştirmelerini söyler. Ayrıca Kur’an her bireye, indirilen bilgileri takip ederek dünyada ilerleme kaydetme ve kendini geliştirme konusunda eşit fırsat sunar.

2:4. ayette geçen “بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ” ifadesinde “ـك” sonek zamirinin enklitik formunun kullanılmasının sebebi konuşmacının dinleyicilerine, okuyucularına ve dinleyicilerine bireysel olarak hitap eder ve her bir bireyin kendi zamanının vahyini kabul etmekten veya zamanlarının vahyine her fert olarak bireysel olarak kabul etmekten sorumlu tutulduğunu her bir bireye kendi zamanının vahyini kabul etmekten doğrudan sorumlu tutulduğunu pekiştirerek ifade etmesidir. Aynı şekilde, “وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ” ifadesinde aynı enklitik son ek zamiri ـك tekrar kullanılarak her bir kişiye bireysel olarak önceki tüm vahyi kabul etme sorumluluğu yüklenmiştir.

Oysa gelecek vahye toplu olarak inanmak, üçüncü çoğul şahıs zamiri “هُمْ” ile zorunlu kılınmıştır, çünkü her bir bireyin daha sonraki vahiyler zamanında hayatta olması gerekli değildir. Bu nedenle, 2:4 ayetindeki tüm ifadelerin gramer yapısına dikkatlice bakıldığında, sadece nebiye hitap etmekten ziyade tüm insanlara bireysel olarak hitap edildiği hemen anlaşılır. Dini dogmalarla beyinleri yıkanmış ve zamir ekinin ـك formunun sadece nebiye, özellikle Kur’an’ ın indirildiği yüce nebimize ait olduğunu icat eden o alimler, “هُمْ” çoğul zamirini ve “ـونَ ” çoğul özne zamirinin ekini, “يُوقِنُونَ ” ifadesinde dikkate almak zorundadırlar. Ayrıca, “وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ” ifadesinin, alimlerimizin tercüme ettiği şekilde hesap gününe iman etmeleri için insanları teşvik etmek amacıyla mı kullanıldığını yoksa bu ayetin bağlamında gelecekteki vahye ya da başka bir vahye iman etmeleri gerektiğini mi belirttiği konusunda herhangi bir tartışmaya girmeden, her iki durumu da göz önünde bulundurmalıdırlar, çünkü Rabbimizin kuralları herkese aynıdır ve nebilerin de hiçbir ayrıcalığı yoktur. Bu nedenle, eğer “وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ” ifadesi, nebi de olması gerektiği gibi uygulanıyorsa o zaman zamir ekinin ” ـك ” formu aslında herkesin, nebi dahil, önceki indirilen ve kendi zamanlarının indirilenini kabul etme sorumluluğunu bireysel olarak yüklemek için kullanılmıştır. Dahası, bu ayetin bağlamına bakıldığında, ilk ayet “الم ” den itibaren hiçbir ayette nebiden bahsedilmediği görülür. Dolayısıyla nebiye sadece, dini inançları nedeniyle 2:4 ayetinin tercümesinde zihinlerindekini atfeden alimlerimiz; bu ayet ile herkesin önceki indirileni ve kendi zamanlarındaki indirileni kabul etmesi gerektiğini belirten asıl mesajını gizlerler.

  • Deus Otiosus

Yaratma işlemini tamamladıktan sonra, varlık dünyasından tümüyle çekilen, insanların hayatlarına ve dünyanın gidişatına müdahale etmeyen ve yetkilerini başka varlıklara devreden üstün güç, atıl yaratıcı tanrı. Kimi zaman putlar, kimi zaman kişiler olarak atadığı aracılar ile kendisine ulaşılabilir. 

Bu tanım çerçevesinde, söz konusu pagan inancının şekil değiştirerek halen nerelerde devam ettirildiğini göstermektedir.      

https://tr.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCceddid

https://islamansiklopedisi.org.tr/uveysilik

https://islamansiklopedisi.org.tr/cezbe

Rabbimizin yarattığı insanlar üzerinden “vahy bitti” fikri ile oluşturulan illüzyonun, diğer tarafta farklı isimler ve kavramlar üzerinden devam ettirildiği görülmektedir.

Oysaki Rabbimiz bizimle olan iletişiminin nasıl olduğunu bildirmiştir.[6]

وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاء إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ

Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Şura 51 DİB Meali)

Müceddid her yüzyılın başında geleceğinden bahsedilen kişi olarak tanımlanır. Ancak kimin tarafından ve hangi delile göre tayin edileceği muğlaktır. Keza zaman mefhumu da tuhaftır. Zira İsa as’nın yaşadığı zamanda da bir takvim mevcuttu. Bu takvimi bir kenara bırakarak, onun doğumunu başlangıç olarak kabul eden takvime göre mi yoksa sevgili Nebimiz Muhammed as’in yaşadığı zaman süresince uygulanan ve vefatından sonra değiştirilen takvim sistemine göre mi her yeni yüzyıl hesaplanacaktır!.. Belli olmayan ve taklit, taklidi merci, uveys, cezbe, rabıta, tevessül, vecd, şatahat vd metotlarla yapılan iletişim, asla Rabbimiz tarafından belirlenmiş olmayıp, bilakis din adamları ve onların atalarına ait bir sistemdir.[7]

Yukarıda bahsedilenlerin yanında, meal ve tefsirlerde var olan vahiy ile ilgili ifadeler, batıl pagan düşüncesinin hangi boyutlara ulaştığını gözlerimizin önüne sermektedir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, din büyüklerinin veya din meclislerinin “اجتهاد” (ictahad) yoluyla ortaya koydukları inanç, iman, dogma veya tasdik kurallarının hiçbirinin ALLAH’ tan olmayıp tamamen insan ürünü olduğu hem o dine mensup olmayanlar hem de bir şekilde aynı dine mensup olanlar için de zor, sıkıntılı ve üzücü içeriklere sahip olduğu açıktır.

وَأَوْحَيْنَا إِلَى أُمِّ مُوسَى أَنْ أَرْضِعِيهِ فَإِذَا خِفْتِ عَلَيْهِ فَأَلْقِيهِ فِي الْيَمِّ وَلَا تَخَافِي وَلَا تَحْزَنِي إِنَّا رَادُّوهُ إِلَيْكِ وَجَاعِلُوهُ مِنَ الْمُرْسَلِينَ

Mûsâ’nın annesine, “Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil’e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” diye ilham ettik. (Kasas:7 DİB Meali)

وَإِذْ أَوْحَيْتُ إِلَى الْحَوَارِيِّينَ أَنْ آمِنُواْ بِي وَبِرَسُولِي قَالُوَاْ آمَنَّا وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ

Hani bir de, “Bana ve Peygamberime iman edin” diye havarilere ilham etmiştim. Onlar da “İman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza sen de şahit ol” demişlerdi. (Maide:111 DİB Meali)

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاء

رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ

İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak. (Enam:112 DİB Meali)

وَلاَ تَأْكُلُواْ مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَآئِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ

Üzerine Allah adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin. Çünkü bu şekilde davranış fasıklıktır. Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz de Allah’a ortak koşmuş olursunuz. (Enam:122 DİB Meali)

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙۖ

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene ant olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems: 7,8,9 DİB Meali)

Kelimelerin ve her şeyin sahibi, bize beyanı öğreten Rabbimiz hiç şüphesiz gönderdiği kitapta geçen kelimelere tümüyle hakimdir. Yukarıda örneği verilen ayetlerde vahiy kelimesi geçmesine rağmen meallerin hemen hemen tamamında ilham, fısıldama olarak ifade edilmektedir. Oysaki fısıldama; Arapça fiil olarak tamamen farklı bir kelimedir.

(Enam 115)

وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًاۜ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه۪ۚ وَهُوَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

Rabbinin sözleri tam, doğru ve adildir, O’nun sözlerinin alternatifi yoktur.

Yukarıdaki ayette geçen “مُبَدِّلَ” kelimesi meal vb kitaplarda yanlış bir şekilde “değiştirmek” anlamında çevrilmiştir, ancak Kur’an, “تبدیلاً” (tabdîlen) kelimesini “değiştirmek” anlamında kullanmaktadır ve bu kelime genel / günlük Arapça dilinde de aynı anlamdadır. Aslında, “Değişim” ve “Alternatif” iki farklı şeydir.

Hiç şüphe yok ki, ALLAH aynı Kur’an’da “ALLAH’ın yolu asla değişmez ve bozulmaz” demiştir. Ancak, bir ayetten “değişim yok” ifadesini alıp başka ayetlere sürükleyerek diğer ayetlerdeki kelimeleri değiştirmek, örneğin ‘alternatif yok’ yerine ‘değişim yok’ kelimesinin kullanılması nasıl izah edilebilir.

https://www.almaany.com/tr/dict/ar-tr/%D8%AA%D8%A8%D8%AF%D9%8A%D9%84/?c=T%C3%BCm

https://www.luggat.com/tebdil

Aynı ayette Rabbimiz Allah, “وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ” kapsamlı, derin sonsuz zihinsel yapı ve bilgiye sahip olduğu söylemiştir yani ne söylediğini bilir, kelimelerin sözlerin sahibi sadece kendisidir ve sözlerini oradan oraya taşıyıp yanlış anlamlar çıkarmak için başkasına ihtiyacı yoktur. Aynı ölçüt, Kur’an’ın 18:27 ayetinde de belirtilmiştir:             

“وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن كِتَابِ رَبِّكَ لاَ مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ ”   

Rabbinin Kitabı’ndan sana iletileni (vahyedileni) aktar; O’nun sözlerine hiçbir alternatif yoktur.

Kur’an’da ayrıca şunu da görüyoruz ki;

مَّا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ

“Allah’ın sözleri tükenmez” (31:27)

Rabbimiz mutlaka söylemek istediği şeyi unutmamıştır.

وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيًّا

“Rabbin unutkan değildir.” (19:64)

**********

اَوَلَوْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْـًٔا وَلَا يَهْتَدُونَ

(Bakara 2/170)


[1] Bkz. Maide 5;2-95-97

[2] Bkz. Fettekuu yazısı.

[3] Bkz. İlah yazısı

[4] Bkz. Gayb yazısı

[5] Elçilerin İşleri 4:32 İnananlar topluluğunun yüreği ve düşüncesi birdi. Hiç kimse sahip olduğu herhangi bir şey için “Bu benimdir” demiyor, her şeylerini ortak kabul ediyorlardı.

[6] Beşer Yazımıza bakınız.

[7] Bkz. Tevbe 4/31

Yayınlanan <a href="http://kimsin.kim/category/genel/" rel="category tag">Genel</a> Bir yorum yapın