Arap lisanında, bir şey yapmadan veya karar vermeden önce uzunca düşünmek, söylediğinde tutarsız olmak, söylediğinde kararsız olmak, evelemek gevelemek, kem küm etmek, mırın kırın etmek anlamındadır.
Meal, tefsir vd yazılı kaynaklarda Arapça lisanında olması gereken anlamı yerine; Farsça (لیکن Lakin) okunuşu ve fonetiği aynı ancak kelime manası farklı olan ama, fakat karşılığı kullanılmıştır. Böylelikle kavrama, Rabbimizin Arapça lisanında indirdiği kitabında olması gereken yerine, kendi pagan, maniheist inançları doğrultusunda anlam verilmiştir.
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
(160-161) Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almaları, insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle önceden kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık. (DİB meali)
Ayet فَبِظُلْمٍ (febizulmin) birleşik cümlesiyle başlamaktadır.
فَ Fe kelimesi; gerçekte, gerçekten, aslında, doğrusu anlamındadır.
بِ Bi edatı; vasıtasıyla, kanalıyla, yolu ile, yoluyla, ….ile, …e, …. göre.
ظُلْمٍ Zulmin kelimesi; her ne kadar kendi lisanımızda kullandığımız zulüm olarak mana verilse de adaletsizlik, hak olanı yerine getirmeme, hakkın sınırlarının dışına çıkma anlamına gelmektedir.
الَّذِينَ (elleziyne) …i o, …ki ona, …ki onu, …dığı anlamındadır.
هَادُواْ (hadû) kelimesi; ھ د د (h+d+d) harflerinden oluşan هَدُد hadud fiilinin İsm-i Failidir. Korkutucu, tehditkâr, tehdit eden, etkileyici hitap ve hareket eden fakat genelde istikrarsız ve çoğunlukla kibirli…
Arapça İsm-i Fail genelde ilk harften sonra (ا) elif harfi eklenerek yapılır.
طلب (t+l+b) kökünün ismi faili طالب (talebe)
حسد (h+s+d) kökünün ismi faili حاسد (hasede) örneklerinde olduğu gibi…
هَادُواْ (hadû) kelimesinin sonunda olan واْ (v+elif) harfleri, kelimeye üçüncü çoğul şahıs “onlar” anlamı verir.
هَادُواْ (hadû), Yahudi olanları değil, etkileyici hitapları ve hareketleri ile göz dağı veren göz korkutan tehdit eden baskı ile zorla sindiren kişilerdir. Biraz konu üzerinde düşününce هَادُواْ hadû olanların kim oldukları kolayca görülebilir.
Sizi bazı şeyleri yapmaktan alıkoyan, dünya hayatını ve güzelliğini inkâr etmeye çağıran, sizi korkutan ve Allah ile veya Allah adına tehdit eden, ruhban sınıfı “هَادُواْ (hadû)” denilen kimselerdir.
Bunlar sözde İslam’ı temsil edenler de dahil olmak üzere; zina yapan, küçük çocuklara tecavüz eden, kibir ve gururla dinin sahibi gibi konuşan, küçümseyen, elleriyle yazdıklarını satan, ve benzeri çok sayıda kendilerinden menkul yasaklar ile insanları da ALLAH’ın azabıyla tehdit eden din adamları, din alimleri ve dini liderlerdir.
Bir grup veya oluşumun Kur’an’ımızda geçen هَادُواْ (hadû) kelimesini Yahudi olarak anlamlandırarak Nisa 160 ayetinde “Yahudilere helal olanlar haram kılındı” şeklindeki yanlış tercüme ile tüm bir ulusu veya toplumu mahkûm etmişlerdir…
Her milletten, her kavimden hatta aile bireyleri içinde bile iyi ve kötü olanlar mevcuttur. Herhangi bir ayet, delil olmaksızın bazı geceleri kutsayarak, şu kadar rekât kılındığında günahların af olacağını bugün Yahudi alimleri mi söylüyor. Yoksa içimizdeki alimler mi?
Rabbimizin bizi insan olarak yaratmasına karşın nefis tezkiyesi adı altında itaatkâr bir köpek gibi davranılmasını bizlere Yahudiler mi söylüyor?
Falan kişilerin kendi durumlarının ne olduğuna dair Rabbimizin hiçbir şey söylememesine rağmen, kendilerine tabi olanları ahirette azaptan kurtaracağını bize Yahudiler mi söylüyor?
İnsanlara dünya nimetlerini terk etmeyi bir lokma bir hırka anlayışında olmayı telkin eden ama kendi hayatlarında tam tersini yapanlar Yahudiler mi?
حَرَّمْنَا (harremna) kelimesinde olan geçmiş zaman حَرَّمَ (harreme) filli haram, yasaklanan, men edilen, reddedilen anlamlarındadır,
حَرَّمْنَا (harremna) kelimesinde olan نَا (na)bizim anlamına gelen iyelik zamiridir. Biz kelimesi نحنْ (nahnu) ile ifade edilir. O halde نَا (na) bizim, bizimolan nedir?
حَرَّمْنَا (harremna) kelimesinde yer alan حَرَّمَ (harreme) yasaklayanlar fiilinin öznesi هَادُواْ (hadû) tehdit edenlerdir. Kendileri, kendi üzerlerine عَلَيْهِمْ (aleyhim), ALLAH’ın طَيِّبَاتٍ (tayyibat) yani tüm güzel şeylerini yasaklamış reddetmişlerdir…
Dilbilgisi kurallarına göre; حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ (harremna aleyhim tayyibetin) ALLAH onlara güzel olan şeyleri yasaklamadı / menetmedi, onlar bizim güzel şeylerimizi kendilerine yasakladılar anlamındadır.
طَيِّبَاتٍ (tayyibetin) kelimesinin anlamı, güzel olan şeyler için yiyecek, içecek, vs olmaktan ziyade Rabbimizin mesajı, iletisi, ayetleri, gönderdiği kitabıdır. Bu mana Bakara 160 ayetin öncesinde 153. ayetten itibaren ayetler dikkatlice okunduğunda açık olarak görülebilir.
أُحِلَّتْ (uhillet) kelimesi; tayin edilmiş, kararlaştırılmış, ayarlanmış anlamında olup أُنْزَلَ (enzele) kelimesi ile eş anlamlıdır.
لَهُمْ (lehum); onlar için.
حَرَّمْنَا (harremna) kelimesinde olan نَا (na) bizim olan nedir sorusunun cevabı:
Aslında güçlü tehdit edicilerinin / korkutucularının, zulmü / adaletsizliği ile ve hem de kendilerini tümüyle ALLAH’ın yolundan geri döndürmeleri ile onlar için tayin edilmiş / kararlaştırılmış / koyulmuş bizim güzel şeylerimizi kendilerine haram kıldılar / yasakladılar.
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
Görünmeyen, bilinmeyen bir şey veya şeylere inanmamızı isteyenler görünmeyen şeyler hakkında gayet bilmişçesine yol göstererek tarifler yapıyorlar!.. Tarif edilen eğer görünmeyen ve bilinmeyen ise nasıl neye göre görünmeyenin tarifi yapılıyor? Ya o gayb tarif edilenden farklı bir şey ise?..
Görünen o ki bu kavramda da bir sorun var. Gerçekten Arapça görünmeyen kelimesinin karşılığına baktığımızda farklı bir kelime ile karşılaşılır.
Yoksa Rabbimizin görünmeyen olduğu kanaatinde değiller mi?..
Arap paganlara ve ortakları olan diğerlerine göre paganizmin ve politeizmin suretleri, tanrıları, idolleri, ilahları yeryüzünde mevcut ve görülebilir şeylerdir.
Okunuşu, fonetiği aynı fakat anlamı farklı olan غائب, غیب gayb ve gaib kelimeleri, Farsça’da görünmeyen anlamındadır.
Kur’an’ımızın yorumlanmasındaki pagan, maniheist, zerdüşt inancını icat etmek için Kur’an’ımızın tüm tercümelerinde ve açıklamalarında غیب (gayb) kelimesinin manası, kasıtlı olarak Farsça غیب (gayb) mana ile değiştirilmiştir.
Onlara göre ALLAH vahşi, çorak ve ıssız göklerde, uzaktaki arşında / tahtında oturan, görünürde mevcut olmayan görünmez bir ilahtır.
Bu batıl düşüncelerinden, inanışlarından dolayı Rabbimizin anlayabilmemiz için Arapça lisanı ile bize ikram ettiği Kur’an’ımızın çevirisinde, açıklamalarında ve diğer yazılı kaynaklarda, çok tanrılı pagan ideolojisini getirmek için sinsice, sahte yorumlarında ve uydurma açıklamalarında, Farsça “غائب” (gaib) kelimesinin anlamını kullanırlar.
Rabbimizin, Kur’an’ı bize Farsça değil Arapça lisanı ile ikram ettiğini unutmamamız gereklidir.
Arapça görünmeyen kelimesinin karşılığı farklı bir kelime veya kelimeler olan غير مرئي (gayri mer i)dir. Ayrıca görülmeyen, saklı anlamında Arapça خفي (hafii) kelimesi de kullanılmaktadır.
غب (ğibb) kelimesi; üçüncü veya üçüncül, yani “üçüncü” tarafsız veya tarafsız gibi üçüncü bir taraf olmak, görünürde ve yoldan bir şeyi takip ettirmek veya takip etmek anlamında da kullanılmaktadır.
بِ edatı = vasıtasıyla, kanalıyla, yolu ile, yoluyla, ….ile, anlamındadır.
يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ (ğayb ile inananlar)
Çevirinin “çılgınlıkla, delicesine, hevesle, şevkle inanırlar” manasına uygun olması gerekmektedir. “Onlar gaybe inanırlar / onlar bilinmeyen, görünmeyene inanırlar meali yanlıştır. Mevcut çevirilerin herhangi bir anlam derinliği olmadığı gibi, muhatabında bir tasavvur da geliştirmemektedir…
Rabbimiz bize ikram ettiği Kur’an’da bize görünmeyen veya bilinmeyen herhangi bir şeye körü körüne inanmamızı veya kabul etmemizi tavsif ve tavsiye etmiyor.
Koyun misali takip etmenin cehaletinde veya körü körüne uygulamasından ötürü, Kur’an’ımızdaki بِالْغَيْبِ (bil ğayb) kelimesinden yanlış bir şekilde çevrilen bu “görünmeyen” in ne olduğunu hiç kimse açıklamadı!..
Onların ilah, idol, tanrı inançlarını halen devam ettirmek isteyen ve yazılı kaynaklarda dile getiren yazanların ALLAH ın görünmeyen olduğu inanışlarının aksine,
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
“Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50:16- DİB meali)
Oysa ALLAH hiç de uzakta ve (gaip) kayıp değildir, nereye dönerseniz dönün, O her an, her yerdedir…
Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü[32] işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir. (DİB Meali)
O hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan …. (DİB meali)
Seneler boyunca anlamaya çalıştığımız “yakıtı insanlar ve taşlar” cümlesi muhtemelen sizin de dikkatinizi çekmiştir. İki kavramın farklı olması ve neredeyse ortak hiçbir paydaları bulunmamasına rağmen, Kur’an meal ve tefsirleri ile ilgili diğer yazılı kaynaklarda geçen atıflardaki ifadeler nereye çekilse anlam tutarsızlığından aslında bir türlü kurtulamıyor.
وَالْحِجَارَةُ [vel hicaret(u)] kelimesi حجر (h+c+r) kelimesinin ismi faili veya bir başka deyişle, eylemi yapan tekil ve dişil isimdir. Ancak ne hikmetse, çoğul olarak taşlar anlamı verilip, “yakıtı insanlar ve taşlar” (!) ifadesi icat edilmiştir. Meal, tefsir gibi kaynaklarda kullanılan bu bilgiyi yazanlar ya Kuran’ın dilini bilmiyorlar ya da dinlerinin geleneksel kaynaklarından gelen yanlış inançları uğruna mesajın içeriğini göz göre göre yok ediyorlar.
حجر Hacer fiili; durdurmak, alıkoymak, kapatmak, engellemek, yasaklamak, bloke etmek, birine bir şeyi yasaklamak, etrafını çevrelemek, düzeltmek, erişimi reddetmek, taşlaştırmak, fosilleştirmek, katılaştırmak, dizginlemek, sertleştirmek, hapsetmek, alıkoymak, uzaklaştırmak, hapse atmak, betonlamak, kontrol altına almak; karantinaya almak, engellemek, kısıtlamak, sınırlamak anlamlarına gelmektedir.
مُسْتَحْجِرMüstehcir – düşünemeyen kişi
حجرHacer isim olarak ise; sıkışık bir oda, dar bir hücre veya karanlık bir oda, ana rahmi gibi içinde bulunulan sıkışık, dar, karanlık yer anlamlarında olup, Kur’an’da sözü edilen haliyle, insanların bloke edilebileceği, alıkonulabileceği yerdir.
الْحِجَارَةُEl hicaretun – İsm-i fail olduğundan dar hücre içerisindekini kilitleyen, alıkoyan, kapatan alettir.
الْحِجَارَةُ El hicaretu kelimesinin sonunda “t” marbuta olarak adlandırılan (ۃ) harf, kelimenin dişil ve çoğulu olmayıp tekil olduğunu göstermektedir. Kelimenin çoğul olarak manâlandırılması dilbilgisi kurallarına aykırıdır.
حجر Hacer kelimesinin çoğulu أَحْجَار ahcare düzensiz haldedir. Kur’an’ımızda geçen düzenli hali olanıysa, حجرات hacaretu kelimesidir. حجر Hacer kelimesinin ürünü ikinci kök harfinden sonra “و” eklenerek elde edilen, حُجُور hucur kelimesidir. Aynı şekilde رسل (r+s+l) kök kelimesinin, ikinci kök harfinden sonra “و” eklenerek رسول rasul kelimesi elde edilir.
محجور Mahcur kelimesi حجر h+c+r kök kelimesinin sıfatı olup; karantinaya alınmış, gözaltına alınmış, yasaklanmış, izinsiz, men edilmiş, kısıtlı, kısıtlanmış anlamlarındadır.
محجر Mahcer kelimesi ise; suçlama, hapsetme, yasaklama, kapatma ve kısıtlama anlamlarına gelen bir مَمْنُوع memzuğ ismidir.
Çok tanrılı pagan dinlerinde kutsallık, önem atfettikleri taş, taşlar حجر (hacer) olarak adlandırılan Farisi dilinden Arapçaya geçmiştir. Bundan dolayı kıymetli taşları ve tapındıkları taşları, الأحجار الكريمة el-hacer el-kerim olarak adlandırırlar.
Halen, farklı koruyucu kisveler altında muhtelif kaynaklara atıf yapılarak taş üzerine secde etmenin ispatına çalışılması ile Kerbela dan gelen taşlara yapılan secde karışmış olsa da birbirini tamamlar. Yine muhtelif kaynakları delil olarak gösterip Muhammed’in (as) sünneti olduğunu ileri sürerek taşlı yüzükleri üzerlerinde taşımalar onlara manevi önem vermeler taşlara yapılan tazimin devam ettiğinin yaşayan göstergeleridir.
Muhammed öncesini cahiliye devri olarak gösteren ve kabul edenlerin, bir toplumun taşı çıkarıp işlenmesini ve teknik ile sanatı birleştirdiğini görmemeleri de oldukça ilginçtir. Konu hakkında medya üzerinde yapılabilecek “şifalı taşlar” araması ile taşı tazim konusunun faklı boyutlarda nasıl devam ettirildiğine şahit olunabilir.
Aslında Arapça da taş حصاة hasaat olarak adlandırılır ve bazı teknik terimlerde de bu şekilde kullanılmaktadır.
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
Bakara 2:243 وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ “Ama insanların çoğu şükretmezler.”(DİB meali)
Araf 7:187 وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ “Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.” (DİB meali)
Hud 11:17 وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ “Fakat insanların çoğu inanmazlar.” (DİB meali)
Ekser kelimesine; meal, tefsir, vb yazılı kaynaklarda “çoğunluk” olarak manalandırılması, bahsi geçen “çoğu / çoğunluk” anlamının da olumsuz olarak algılanması tamamen yanlıştır.
Bunlar ve benzeri ayetler ile ilgili yapılan çalışmalarda, “çoğu” tercümesi olumsuz, negatifmiş gibi anlaşılmakta ve sanki çoğunluk Rabbimiz tarafından sevilmeyen bir kavram olarak zihinlerimize yerleşmektedir. İnanmayanların çoğunlukta ve inanların ise azınlık olması karşısında, “ALLAH (cc) azınlıkta olanları sever” düşüncesine sahip olmak, Rabbimizin yarattıklarına karşı nefret etmediğini ve yarattıkları arasında da nefretin olmasını istemediği asla unutmamak gerekir.
اکثر (ekser) kelimesi کثر (k+s+r) kök kelimesinden türetilmiştir,
کثر (k+s+r) kök kelimesi: dolu, bol, cömert, çok, verimli, üstünlük için biriyle yarışmış, arttırılmış, dolu dolu, büyük, yükselme, artma, ayrıcalık, iyilik, sebep, büyük miktarda bir şey vermek, çok şey vermek, çoğalmak, abartmak anlamlarında kullanılır.
كثْر (kesr) kelimesi bir şeyin devasalığı, yüksekliği, büyüklüğü, gücü, sertliği anlamlarına gelen عظم (a+z+m) kök kelimesinden türemiş olan ve günlük konuşmalarımızda da kullandığımız مُعْظَم muazzam kelimesi ile eş anlamlıdır.
کاثر (kasir) ve یکاثر (yekasir) kelimeleri de کثر (k+s+r) kök kelimesinden türeyen kelimelerdir ve çoğalmak anlamındadır. ابن کثیر İbni Kesîr ismindeki كَثِير (kesîr) kelimesi de کثر (k+s+r) kök kelimesinin türevi olup anlamı, yeterli olandan fazladır. اكثرهُ (ekseruh) kelimesi de aynı kökten türemiştir; artırmak, inşa etmek, geliştirmek, teşvik etmek, büyütmek, yükseltmek, yoğunlaştırmak, bolca akmak ve yayılmak anlamındadır.
Ancak اکثر (ekser) kelimesi çoğunluk olarak yanlış manalandırılmaktadır.
Meallerde, Farsça kullanılan اکثریت (ekseriyet) kelimesinin çoğunlukolan manası tercih edilerek, kavramın olması gereken anlamı farklılaştırılmıştır.
لَـكِنَّ (lâkinne) kelimesi Farsca “ama, fakat” anlamına gelmekte olup Arap lisanında tam tersine, “öte yandan henüz, diğer taraftan, yine de” anlamındadır.
Ve tam tersine / henüz insanlar etraflıca / bütünüyle / tamamıyla iman sahibi değildir
أَكْثَرَ Eksere zarfı, يُؤْمِنُونَ yu’minûne fiiline vurgu yapar.
Bugün de dünde; fuhşiyatın simgesi olan çeşitli lgbti gruplar, fahişeliği meslek olarak edinenler, hırsızlar, katiller ve diğer birçok gruplar içinde oldukları toplumlarda her daim azınlıkta olmalarına rağmen haklılıklarını öne sürebilmekteler. Diğer taraftan çoğunlukta olanlar da haklı olduklarını belirterek, bu azınlıklar üzerine suç ve ceza meşruiyetleri oluşturup onları dışlamaktadır…
Şurası kesindir ki Rabbimiz ise bize azınlık veya çoğunluğa uymamızı değil kendi ayetlerine uymamızı söyler… Onun ayetlerini doğru anlamak ve genellemelerin değil doğruların peşinden gitmek gerekir…
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
Mûsâ’ya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha kattık. (DİB meali)
Bu ve diğer meallerde اَتْمَمْنَا etmemna kelimesine Arap dilinde olması gerekenden farklı mana verildiğini görüyoruz. Meallere veya diğer yazılı kaynaklara göre otuz gece olarak vaad edilene, söz verilene on gece daha eklenmiş, haşa plansız ve kararsız iş yapan bir ALLAH tanımlaması ortaya konulmuştur.
Oysaki Rabbimiz Kur’an’ında (لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟ la yuhlifulmiaad) asla sözünden dönmeyeceğini, caymayacağını, ısrarla ve defalarca söylüyor… Muhakkak ki onların söyledikleri ve aktardıkları Rabbimizin söylediği hakk olan karşısında boş ve batıldır.
وٰعَدْنَا Vaadna kelimesi vaad etmek değil, söz vermektir.
Yukarıdaki ayet için yapılan; “Biz Musa ya otuz gece söz verdik, on ile tamamladık” meali bir yalandır. Hatanın nereden kaynaklandığı Kur’an’ın diğer kelimeleri incelenerek rahatlıkla görülebilir.
بِعَشْرٍ Biaşrin kelimesi yazılı kaynaklara göre on (10) anlamındadır…
On ile?..
“On ile” nedir?
Ayrıca ibarede gece kelimesi de mevcut olmadığı halde; araya kelime sokuşturularak hikâyeye sadık kalınmış ve ayette varmışçasına anlam verilmiştir.
Oysaki ayette “عَشْرٍ” aşrin kelimesinin sonu esre ve tenvin ile bitmesi belirli olmayan bir isimle birlikte “bir” veya “biri” anlamına gelmek üzere tercüme edilir ve başında بِ bi harf-i ceri vardır. Bu nedenle, gramer kurallarına göre “بِعَشْرٍ” (bi aşrin) ifadesi “10 ile” veya “10 sayesinde” anlamına gelmek üzere çevrilemez, ancak “عَشْرٍ” (aşrin) kelimesi “بِعَشْرٍ” (bi aşrin) ifadesinde, Arapça kök kelimesi “عشر” (aşr) : Refakat, sosyal arkadaşlık, birlikte yaşama, onunla ortak olan veya paylaşan kişi, hayatınızı daha da zenginleştiren arkadaşlık zevkli, sosyal konularda arkadaşlık, ortak bir amaç için birlikte bir şeyler yapan organize bir grup insan, ortak bir amaç için bir araya gelen bir grup insan, örgütlenme, topluluk için bir sosyal çalışma, aynı faaliyete katılan kişiler; aynı amaç için birlikte çalışan, bir başkasıyla veya başkalarıyla birlikte çalışan, zamanını ve kaynaklarını birlikte geçirdiği kişiler, kişi veya misafir grubu veya sosyal işler için birleşmiş insan grubu anlamları ifade eder,
“عاشر” (aaşer) ve “معشر” (ma’şer) kelimeleri, aynı Arapça kök kelime “عشر” (aşr) için yaygın olarak kullanılan ismi fail ve isimdir. Kur’an ayetlerinde 6:130 ve 55:33’te geçen “مَعْشَرَ” (ma’şer) kelimesi, “يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ” ifadesinde doğru bir şekilde: başkasıyla birlikte olmak, başkasıyla yaşamak, başkasının arkadaşı olmak, başkasının refakatçisi olmak ve başkasıyla dost veya arkadaş olmakanlamında kullanılmıştır. Ancak, cin (الْجِنِّ) kelimesini ateş ve dumanla yapılmış farklı bir yaratık olarak tanımlanması, Kur’an kelimesi olan “مَعْشَرَ” (ma’şer)’ı ırk, grup, topluluk ve kabileler … gibi anlamlara gelmek üzere yanlış olarak kullanımasına neden olmuştur. Bazı âlimler “مَعْشَرَ” (ma’şer) kelimesini “topluluk” ve “meclis” anlamında çevirseler de, kelimeyi doğru kök kelimesi olan “عشر” (aşr) kökünden türetmektedirler, ancak topluluk ve meclis “عشر” (aşr) kelimesinin anlamıdır.
“معاشرۃ” (maaşerat) insanların birlikte yaşadığı toplumu, arkadaşların birlikte yaşadığı dostça bir ortamı ifade ederken, “معاشرت” (maaşerat) bir yaşam tarzı ve birlikte yaşama biçimini ifade eder.
معاشرۃ Ma’şere(t) kelimesi, anlaşarak beraber yaşayan anlamındadır.
Ancak “مَعْشَرَ” (maşer) bir toplum, bir topluluk veya bir meclis değildir; aksine, “birlikte yaşayan bireylerin arkadaşlık topluluğunun bir konusu, bir araya gelen arkadaşların bir meclisinin konusu veya birlikte yaşayan bireylerin bir topluluğunun konusudur.
Belki de, Kur’an’ı yanlış bir şekilde çevirenlerin Arapça bilmemesi ve sanki Arapların kendi dillerini bilmediği gibi bir durum yoktur ama aslında bu, yanlış inançları ve kötü dogmaları nedeniyle Kur’an’ın Arapça kelimelerini yanlış inançlarına göre çarpıtarak kendi yanlış anlamlarını oluştururlar. Kur’an’ın gerçek mesajını gizlemek için çevirilerinde ciddi bir kafa karışıklığı yaratırlar, böylece kimse doğru ifadeleri anlayamaz ve ulaşamaz.
(6:130 ve 55:33) ifadeleri, birlikte yaşayan cinler (الْجِنِّ) ve insanlar (الْإِنْسِ) arasındaki ilişkiyi, birbirlerinin refakatçisi, arkadaşı, yoldaşı veya birbirleriyle aynı bedende birlikte yaşamayı ifade etmektedir.
4:19 ayetindeki “وَعَاشِرُوهُنَّ” ifadesi “onlarla birlikte yaşayın, geçinin” şeklinde çevrilmiştir.
Burada hem “الْعَشِيرُ” (el aşir) hem de “عَاشِرُ” (aaşir) kelimeleri, “عشر” (aşr) kökünden türetilmiştir ve birlikte olmayı, arkadaşlığı, eşlik etmeyi, birlikte yaşamayı ve dostane bir ortamı veya dostane bir topluluğu ifade etmektedir.
Bu nedenle, Kur’an ayeti 7:142’deki “وَوَاعَدْنَا مُوسَى ثَلاَثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ” ifadesindeki “بِعَشْرٍ ” kelimesi doğru bir şekilde “dostane bir ortamla” veya “dostane bir arkadaşlıkla” anlamına gelir ve “وَأَتْمَمْنَاهَا ” ifadesi doğru bir şekilde “ve biz onu tamamladık/bitirdik” anlamına gelir.
Bu nedenle, Kur’an’ın 7:142 ayetindeki “وَ وَاعَدْنَا مُوسَى ثَلاَثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ ” ifadeleri doğru bir şekilde şöyle anlam kazanır:
“ve Musa’ya otuz gece söz verdik ve bunu dostane bir ortamla / dostane bir arkadaşlıkla bitirdik..”
یتیم Yetim kelimesi de تمم m+m+t kökünden türemiş olup “babası tamamlanmış” değil “babasının ömrü biten” anlamındadır.
Yukarıdaki Araf 7:182 ye benzer durum, Kur’an’ımızın Kasas 28:27 ayetinde de söz konusudur:
Şu’ayb, “Ben, sekiz yıl bana çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birisini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer sen bunu on yıla tamamlarsan, o da senden olur (DİB meali)
Diğer tüm tefsir ve mealler de aynı yaklaşım geçerlidir…
Bu nedenle, 28:27 ayetinde “أَتْمَمْتَ عَشْرًا” ifadesini yine yanlış bir şekilde “on yılı tamamlarsan” olarak çevirdiler.
Ancak, 28:27 ayetinde “أَتْمَمْتَ” kelimesi, aynı Arapça kök kelimesi olan “تمم” (TMM)’den türetilmiştir ve bu makalede tam olarak açıklanan türevleri, doğru anlamıyla “bitirmek”, “harcamak”, “tüketmek”, “sonlandırmak” vb. anlamlara gelmektedir.
Bu nedenle, 28:27 ayetindeki “أَتْمَمْتَ عَشْرًا” ifadesi doğru bir şekilde “bir ortaklığı sonlandırmak” ya da “bir arkadaşlığı sona erdirmek” anlamına gelir. Yani, onların birlikteliği ya da arkadaşlığı sona erdi ve Hz. Musa, bu çalışma arkadaşlığını 8 yıldan 10 yıla uzatmayı arzu etmedi veya istemedi.
عشر Aşr kelimesi yukarıda açıkladığımız; eşlik etmek, beraber yaşamak, dostça zamanı geçirmek anlamlarına gelmektedir…
Bu durumda; أَتْمَمْتَ عَشْرًا (etmemte aşren) ibaresinin anlamı, “sekizi on yapmak” değil “arkadaşlığın sonu / ortaklığın sonu” olmalıdır.
Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş (DİB Meali)
Bu yazının konusu olan فَأَتَمَّهُنَّfeetemmehunne kelimesi (فَ) + (أَتَمَّ) + (هُنَّ) kelimelerinden oluşmaktadır.
فَ Bu kelime (fe) ya da harf-i cer; aslında, gerçekten, doğrusu, gerçekte anlamında olup ama, ….den, ….diğinde veya bu yüzden, böylece anlamlarında da kullanılmaktadır.
هُنَّOnların / onlar anlamına gelen, üçüncü şahıs dişil çoğul zamirdir.
أَتَمَّEtemme kelimesi تمم (t+m+m) kökünden türemiştir.
Politeist paganlar, kendi inançlarına ait uygulamaları Kur’an’ımıza karıştırmak için diğer başka kelimelerin anlamlarını farklılaştırdıkları gibi; sonlandırmak, bitirmek, son vermek, sona erdirmek, sonlandırmak olan, تممtemme kelimesinin anlamını tamamlamak, mükemmelleştirmek ve gerçekleştirmek olarak mahirce değiştirmişlerdir.
أَتَمَّ Etemme; bitirme, son verme, sonuca varma, sonlandırma,
Ayetin başında bulunan ابْتَلَىebtela kelimesi ب ل و b+l+v kökünden değil, kesme, ayırma anlamına gelen بتل b+t+l kökünden türemiştir ve bağlantısını kesmek, bir şeyden ayırmak koparmak olan اِنْقَطَعَinkataa kelimesi ile eş anlamlıdır.
Bundan dolayı ابْتَلَىebtele kelimesi, özellikle dini inançlar için daha önce eşleştirilmiş olanla bağlantıya sahip olan birinin bağlantısını kesmek veya engellemek anlamına gelmektedir. Özellikle yukarıdaki ayet İbrahim’in (as) yoldan çıkmış dinlerden alakasını kesmek anlamında kullanılmıştır.
Rabbimiz Ali İmran 67 ayetinde (مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلاَ نَصْرَانِيًّا) İbrahim’n (as) Yahudi veya Nasrani olmadığını belirtmiştir.
İbrahim’in (as), büyük dinlerden hiçbirine aidiyeti olmadığı gibi kendi zamanında yaygın olan dinler ile de bağlantısı yoktur.
وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ Ayetinin doğru anlamı: “Rabbi, kelimeleri ile İbrahim’i dinlerden ayırdığında / bağını kopardığında…”
Yapılan bir diğer hatada هُنَّhunne kelimesinin كَلِمَاتٍkelimatin kelimesi ile anlamlandırılmasıdır.
Arapça tekil olan كَلِامَkelime ve çoğulu كَلِمَاتٍkelimatin kelimeleri dişil değildirler. هُنَّhunne kelimesinin sonunda olan ن harfi esre ile geldiğinden ابْتَلَىebtela geçişli fiilinin doğrudan nesnesidir.
فَأَتَمَّهُنَّFeetemmehunne kelimesi ile Rabbimiz eylemin yerine geldiğini onaylıyor.
“Böylece onlar İbrahim’den kesilip/ atılarak sonlandı, bitti…
Konuyu daha iyi anlayabilmek için Bakara 111. ayetine bakılmalıdır;
Bilâkis, kim muhsin olarak amacını, hedefini, gayesini Allah’a döndürürse (Allah’a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ne de üzüntü çekerler.
Takip eden 113. Ayette ise aralarındaki esas sorun ortaya çıkıyor;
Hepsi de kitabı (Tevrat ve İncil’i) okumakta oldukları halde Yahudiler: Hıristiyanlar doğru yolda değillerdir, dediler. Hıristiyanlar da: Yahudiler doğru yolda değillerdir, dediler.
Bize unutturulan, yokmuş gibi hiç bahsedilmeyen (A’lâ 19 صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى ) İbrahim as ve kendisine verilen kelimelerden oluşan Suhufu İbrahim’i kabul edip, onunla beraber olanlar da diğer dinler ile bağlantılarını sonlandırdılar.
أُتِمَّUtimme kelimesi de تمم t+m+m (son, bitiş, sonuçlandırma, bırakma) kökünden gelmektedir. Dil bilgisel oluşumuna göre, أُتِمَّ (utimme) kelimesi, aynı zamanda bir şey yapma isteği olan emir veya emir sözlü bir isimdir.
وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ
Böylece size nimetlerimi tamamlayayım (DİB meali)
Diğer mealler de أُتِمَّutimme kelimesini, tamamlamak anlamında almışlardır.
وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ : Kendiniz üzerine nimetimi sonuçlandırmak, bitirmek için.
Rabbimizin أَكْمَلْتُekmeltu kelimesinin bir önceki cümlede kullandığı manasının unutulduğunu ve bir sonra gelen cümleye de Maide 5 (وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي) ayetindeki ibareye tamamlamak manasının verildiğini hemen tüm meallerde görüyoruz.
أَكْمَلْتُEkmeltu kelimesi کمل k+m+l kökünden türemiştir ve bütünlemek, tamamlamak anlamındadır.
أَتْمَمْتُEtmemtu kelimesi ise تمم t+m+m kökünden türemiştir.
وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ
Nimetimi kendinize bırakmam, indirmem için.
یتیمYetim kelimesi de تمم t+m+m kökünden türemiş olup “babası tamamlanmış” değil “babasının (ömrü) biten” anlamındadır.
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
“Aydınlatmak”, “Parlamak”, “Kitap” ve “Katipler”, سفر (s+f+r) kök kelimesinin Arapça tam anlamıyla aynı ve doğru anlamıdır. Çünkü; kitapların ve katiplerin, yazıcıların işlevi/amacı aydınlatıcı olmaktır. Kitaplar ve katipler bizim işaretlerimiz veya yol gösterici ışıklarımızdır.
Kendi lisanımızda da kullandığımız سَفَر sefer kök kelimesinden türeyen سفارۃ sefaret kelimesi; elçilik, diplomatik görev anlamına gelmektedir. سفارۃ Sefaret / elçilik, bulunduğu ülkede kendi ülkesi ile ilgili konuları aydınlatmak üzere bulunan temsilciliktir. Ülkeler arasında sorun olduğundan سفیر sefir / elçi çağrılarak, sorunlu konu hakkında izahat istenmesi sıklıkla yaşanan bir olaydır…
vb şekilde ele alınıp meallendirilerek, سفر sefer kelimesinin anlamı “yolculuk” olarak kabul edilmiştir. Bu kelime Türkçede günlük hayatımızda da yolculuk manasında kullanılmaktadır.
Kendi şeytani dogmalarının devamını sağlamak üzere Pagan, Maniheist, Zerdüşt alimler kelimelerin anlamları üzerinde oynayarak ayetlerin manalarını asıl olan manalarından oldukça uzaklaştırmışlardır.
Oysaki Arap dilinde:
رِحْلَة Rıhlet ve رَحِيل rahiyl kelimesi; gezi, seyahat, yolculuk anlamında kullanılmaktadır.
انتشر İnteşera ve انتقل intekale kelimeleri de gezi seyahat, yayılma, taşınma anlamlarında kullanılır.
Arapça:
ذَهب Zehb ve ذَهَاب zehabe kelimeleri ayrılış, uzaklaşma, ayrılma manalarında kullanılmaktadır.
Arap ülkelerinin havaalanlarında, seyahat otobüsleri, limanlarda ve diğer ulaşım ile ilgili olan yerlerde رِحْلَة rahle veya ذَهَاب zehabe kelimelerinin yazılı olduğu görülür. Bu gerçeklere rağmen meal ve tefsirciler; daha önce defalarca yaptıklarının tekrarı olarak Arapça سفر sefer kelimesinin yerine okunuşu, fonetiği, seslendirmesi aynı olan fakat anlamı farklı olan Farsça سفر sefer anlamı üzerinden kavrama sefer, yolculuk, seyahat anlamı vererek ayetleri açıklamışlardır.
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
Ehad olan Rabbimize ait Kur’an’ı açtığımızda karşılaştığımız ilk ayetler olan رَبِّ الْعَالَمِينَ “Rabbi-l’ alemin” ibaresi kırk iki defa geçmektedir.
İbare gerek Meal kitaplarında gerekse irab ve tefsir kitaplarında “Alemlerin Rabbi” olarak kabul edilip bu anlam çerçevesinde kapsamlı olarak ele alınmıştır.
Alem kelimesinin ne olduğunu sorguladığımızda hakkında yazılan teferruatlı açıklamalar yeterli olmayıp Arapça علم (ayn+l+m) kökünden türeyen alem kelimesi dünya ile ne kadar alakalıdır!.. Kaldı ki dünya kelimesi zaten Kur’an’da (الدُّنْيَاۚ) dünya olarak geçmektedir.
Alem kelimesinin dünya olarak kullanılması Sasanilerin dini ve kültürel etkisi altında yazılan Babil Talmud’unda da geçmektedir.
Kadim Fars kültür ve anlayışının sadece hadis rivayetleri konusunda sınırlı olmayıp tefsir kitaplarında da iyi veya ard niyet çerçevesinde etkili olduğu görülmektedir.
Eğer Rabbimiz Kur’an’ı Fars dilinde indirmiş olsaydı kelimeleri, Fars dilinde kullanılan anlamlarına göre anlamaya çalışırdık, oysaki anlamamız için Lisanen Arabiyyen indirilen Kur’an’ı Arapça yerine başka bir dilde aynı telaffuz ile kullanılan kelimelerin karşılığı ile anlamamız bizi asla doğru sonuçlara ulaştırmayacaktır. Aksine kelimeleri Arapça anlam yerine Farsça anlamlarıyla ifade edenler, bu oluşumun temelinde yatan Pagan, Zerdüşt ve Maniheizm inançlarını ya devam ettirme çabası içerisindedirler ya da bilmeden o değirmene su taşımaktadırlar.
Tarihi coğrafyalarında Hindu dini ile iç içe geçen, farklı isimlerdeki dinlerinin yansımaları halen devam etmektedir.
Vedik çağında özellikle Hindu kral Vikramaditya’nın hüküm sürdüğü yıllarda tüm Arabistan (bu günkü Suudi Arabistan da dahil olmak üzere geniş bir coğrafya) Hindu din ve kültürünü benimseyerek yaşamışlardır.
Hindu tapınaklarına verilen ismi olan Mandir kelimesi tarattırıldığında, söylenenlerin yeryüzünde ne kadar yaygın olarak devam ettiği rahatlıkla görülebilir.
Gücümüz ve bilgimiz yettiğince aynı Arapça gibi seslendirilen fakat anlamları tamamıyla farklı Farsça kelimeler üzerinden yapılan ve yapılmaya devam edilen, Ehad olan Rabbimizin kelimelerinin anlamlarındaki değişiklikleklere dikkat çekmeye çalışacağız.
Kur an ın doğru olarak anlaşılmasında temel kaide kelimelerin kökleri ile olan bağlantısıdır
علم (ayn+l+m) fiili kökü türevleri Kur’an’da 854 kere geçmektedir.
علم (alem): bir şeyi gerçekten, kesinlikle, sağlıklı, derinlemesine bilmek/öğrenmek, bilgi, idrak, farkındalık, anlama, bilinç, zihne sağlam bir şekilde kök salmış yetenek ile bilgiye sahip olmak anlamlarına gelmektedir,
علم(ayn+l+m) fiilinin ismi faili عالم(alem)
عالمismi failinin çoğul hali عالمونَ(alemun)
عالمونَkelimesinin isim tamlaması olduğunda الْعَالَمِينَ (el alemiyn)
عالمونَ (alemun): bilgiler, ilimler
Geleneksel anlayışın tanımladığı anlamdan farklı olarak
رَبِّ الْعَالَمِينَ(Rabbil alemiyn) = Tüm ilimleri oluşturan düzenleyen, ilimler hakkında mutlak hakim ve mutlak tasarruf sahibi tek merci, tek otorite Rabbimiz…
عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ
O insana bilmediği şeyleri öğretendir. (DİB Meali)
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler. (DİB Meali)
بِوَادٍ “bi va’din” kelimesi
بِ “ile” anlamında harfi cer
وَادٍ “va’din” kelimesi; sevgi, aşk, bağlılık ve eğilim anlamına gelen “وَد” fiilinin ismi failidir.
Günümüzde halen yaşatılan Hinduların tanrısı “Shiva”, Kur’an’da tanrıya adanmışlığı ve sevgiyi ortaya çıkaran Arapça وَد (wad) kelimesinin içeriği örneklenerek biçimlendirilmiştir.
Hindistan’da Brahmanizm olarak gelişen akım ve bu akıma ait sembollerin, İbrahim as’ın 14;37’deki anlatı dikkate alarak geliştiğine, ardından sapkınlaştırılarak tanrılaştırıldığına ve yaygınlaştığına dikkat edilmelidir…
Nuh 71;23. Ayette bu tanrıdan “ved” (وَدًّا وَلَا سُوَاعًا) olarak bahsedilir. Sesini yükselterek bu kült ile zıtlaşan Nuh as zamanında, Paganların tanrısı olan وَد ved, Nuh as ayrılışından sonra “وَد” kendisine aşırı bağlı olan ve kendini adayanlar tarafından farklı kült kalıplarında, çeşitli ibadetlerle yaşatılmaya devam etti.
Bu paganist yaklaşım, Main Krallığı’nda ay tanrısı olarak kabul edildi. Siyah yılanlar, ay tanrısı وَد Ved’in ilahiliği ile alakalı olup, sembolü de yılan ve büyük bir adamdır.
Almaqah tapınağı, Tigrai Etiyopya
Arap yarımadasında farklı zaman aralıklarında ve farklı krallıklarda İlmuquh, Almaqah, Amm, Anbay olarak adlandırılan ve ibadet edilen Ay Tanrısı, asırlar boyunca mevcudiyetini sürdürmüştür. Mekke’de ALLAH’ın oğlu olduğu veya ALLAH olduğu iddia edilen paganların taptıkları Hubal, ay tanrısıydı.
Nuh as, (وَد) ved tanrısı ve diğer tanrılara ait tapınakları yıktığı gibi diğer gelen nebilerde aynı yolu izlediler. Muhammed as da, Beni Kelb kabilesine ait olan ay tanrısı (وَد) Ved’e ait olan tapınağı yıktırmıştır.
Oysa aynı tanrı, (وَد ved) tüm Hindu Mandir’lerinde (tapınaklar) bulunur ve sembolü de hilaldir.
Hiçbir zaman ana renklere ilave renk ekleyemeyen insanlardan kim tüm ana renkleri var eden Rabbimizin, kâinata nakşettiği sayısız renklerinden biri olan yeşil rengi, herhangi bir Kur’an ayetine isnad ettirmeden ya da hadis vb bir kaynak dahi ortaya koymaksızın İslam’ın rengi olarak seçmiştir?
Bizleri ay tanrısına tapmakla itham edenleri haklı çıkarırcasına; kim, neden, nasıl, hangi ayete, hangi hadise uygun olarak, ay tanrısının sembolü olan hilali Müslümanlar için sembol olarak seçmiştir?
Hiç düşündünüz mü!..
Kim, Ehad olan Rabbimizin ayetlerine ters gelen, nebilerinin hayatlarına bedel mücadelelerine rağmen sembol edindi ve ay tanrısının sembolü olan hilali seçti?
Neden yüzyıllardır en ufak fısıltıda göz yaşı dökenler, yeri göğü inletenler, böylesi sinsi oluşuma karşın hiç sesini çıkartmazlar?
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?
Yukarıda geçen ayette إِنِّي (innî) kelimesi mealler ve tercümelerde, birinci tekil şahıs ben olarak tercüme edilmiştir. Oysa birinci tekil şahıs ben kelimesinin karşılığı için Arapça da اَنَا (ene) kelimesi kullanılmaktadır. Rabbimizin Kur’an’ın da ki ayetlerinde de, altmış sekiz kere اَنَا (ene) kelimesi zaten geçmektedir!..
Yazılmış olan tefsir kitaplarının bir kısmında; bedevi Arapların اَنَا (ene) kelimesi yerine إِنِّي (innî) kelimesini kullandıkları belirtilir. Bunların bazısı Filistin, bazısı Tunus, bazısı Lübnan, bazısı Mısır, bazısı ise Şam bölgesinde اَنَا (ene) kelimesi yerine إِنِّي (innî) kelimesinin kullanıldığını yazmaktadır. Ancak tuhaf olan, Arapça konuşulan hiçbir yerde günlük konuşma dilinde, اَنَا (ene) kelimesi yerine إِنِّي (innî) kelimesi kullanılmamaktadır.
إِنِّي (innii) kelimesi إِن + ي dan oluşmaktadır.
إِن (in) farklı anlamlarının olmakla beraber; “o” , “şu” anlamındadır ve kesinlik ifade eder.
Kelimelerin sonuna gelen “ya” (ئ), eklendiği kelimelere farklı anlamlar verir.
Kelimenin sonuna gelen ve Nispet ya’sı olarak adlandırılan “ya” (ئ), kişinin doğum yerini, bir aşiret ya da kavme mensubiyetini, soyunu, mesleğini, karakteristiğini vb bildirir.
Aynı “ئ” ya son eki; bir şeyin parçası, bir şeyin konusu anlamına geldiği gibi diğer isimlerden kişi veya özne ile ilgili isimler yapmak için de kullanılır.
عِرَاقِيّ (Irakiyye)… Burada عِرَاق (Irak) kelimesinin sonuna “ئ” (ya) eklenerek عِرَاقِيّ yapılmıştır. “Irak ile ilgili” anlamındadır.
Arapça’ da ي ya harfi, fiilin sonuna, zarf fiil (gerund) yapmak için eklenir, İngilizce de fiilin sonunda “ing” ekleyerek yapılana benzer bazı sözlü eylemler içerir.
فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ = ALLAH ve mesajına iman edin / kabul edin…
النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ ayetin devam eden ikinci bölümü, ال belirlilik eki ile başlar.
İkinci bölüm de geçen الأُمِّيِّ (ummiyyi) kelimesinin anlamının “okuma yazma bilmeyen” olduğunu iddia edenler, aslında Nebinin cahil veya eğitimsiz olduğunu da söyleyerek bilerek veya bilmeyerek Arap paganların, Zerdüşt ve Maniheist Farisilerin sözcülüğünü yapmaktadırlar. Oysaki Muhammed as onların bu tanımlamalarından çok uzaktır.
الْأُمِّيِّ El ummiyyi kelimesi Arapça امم e+m+m kök kelimesinden türetilmiştir: Hizmetlerin mülkiyetini devralmak, kamulaştırmak, ortaklaşmak, bir araya getirmek, liderlik etmek, rehberlik etmek, temel esas olmak anlamlarına gelir.
امم Umm(i) kelimesinin yukarıda belirtilen tüm temel anlamlarının nitelikleri “anne” de bulunduğu için Arapça anne kelimesi اْمِّ ummi kelimesi ile ifade edilir.
Lider anlamına gelen اِمام imam kelimesi de امم e+m+m kök kelimesinden türetilmiştir.
أم الکتاب “Ummul kitab” ifadesi ana kitap, أم البلاد “ummul bilad” ana ülke anlamında kullanılır.
النَّبِيِّ الْأُمِّيِّ El Nebiyyi el ummiyyi ibaresinin anlamı “Okuma yazma bilmeyen o Nebi” değil, “Liderlik eden / rehberlik eden o Nebi” olmalıdır.
فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ (Fe aminuu billahi ve rasulihi) = “ALLAH ve mesajına iman edin, / kabul edin”
النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ “Rehberlik / liderlik eden Nebi ki ALLAH ve kelimelerine iman eder /kabul eder.”
Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, bilakis biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?